Türkiye A Milli Takımı, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi önemli ekiplerde görev yapan Ertuğrul Erdoğan ile geçmiş deneyimlerinden kariyer hedeflerine, Galatasaray’dan ayrılış sürecinden ülke basketbolunun durumuna dair konuştuk.
Yaklaşık bir yıldır takım çalıştırmıyorsunuz, bu dönem sizin için nasıl geçiyor?
Bu tip durumlarda antrenörler genelde seyahat etmeyi, beğendikleri ve doğru buldukları organizasyonu, takımları izlemeyi tercih ederler. Ama tabii şu an yaşadığımız dünya çok başka bir dünya. Ben kısa kısa seyahatler yapabildim. Çeşitli takımları, çeşitli antrenörleri ziyaret ettim. Aslında bir Amerika planım vardı ama NBA’deki protokol çok ağır, dolayısıyla orayı ziyaret etme şansım pek olmayacak gibi duruyor. Geçmişte yaptığım sistemi gözden geçirip yeni eklemeler yapıyorum. Bolca maç seyrediyorum. Daha üst bir noktadan bakmaya gayret ediyorum. Takım çalıştırmamak her antrenör için zor bir şey çünkü antrenörlükte de çok inandığım bir şey vardır, antrenörün de form tutması gerekir. Dolayısıyla çok da iyi bir form grafiği yakaladığım bir dönemde, beklenmedik bir şekilde bir yıl uzak kalmak benim açımdan pek keyifli olmadı. İnsan adrenali de özlüyor dolayısıyla olabildiğince efektif geçirmeye çalışıyorum bu dönemi. Ailemle daha fazla ilgileniyorum, onlarla vakit geçiriyorum. Film seyretmeyi çok seviyorum, maç izlemenin yanında çokça film seyrediyorum. Bir taraftan basketbolu bir hobi gibi yaşamaya, bir taraftan günlük hayatta diğer hobilerime vakit ayırmaya çalışıyorum.
Adrenalini özlediğinizi söylediniz, bu açıdan geri dönüş için hevesli olduğunuz yorumunu yapabilir miyiz?
Tabii ki. Doğru projeyle, doğru olacağını hissettiğin bir işi almak her antrenör için çok önemli. Herkesin kendi kriterleri ve kendi felsefesi var bu meslekte yaşadığı. Ben biraz daha seçici davranmaya çalışıyorum. Ama şu an ülkenin geldiği bu ekonomik konjonktürde de sanıyorum biz antrenörlerin de seçici davranma lüksü ortadan kalkacak gibi duruyor.
Bu dönemde size gelen projeler ya da teklifler oldu mu?
Şu anda bana gelen bir teklif yok, sene ortası itibariyle. Yazın çok yakınlaştığım bazı milli takım ve kulüp takımları olmuştu Avrupa’da. Ama onlarla görüşmeleri olumlu bir şekilde sonlandıramadık. Halihazırda bana yapılan bir teklif de bulunmuyor.
Amerika’da geçirdiğiniz bir yıla dair düşüncenizi merak ediyorum. O dönem sizinle eşzamanlı olarak Ergin Ataman ve Hakan Demir gibi isimler de yurt dışında görev almıştı. Bir öncü olması gerektiğini söylediniz. Bu çerçevede, Iowa State’teki bu tecrübeniz nasıl yorumlarsınız?
O dönem için bu sıra dışı bir tecrübeydi. Yıl 1999, internetin ülkede yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir dönem. Elinizin altında bilgisayardan, YouTube’dan görüntülerin olmadığı bir dönemden bahsediyorum. Bizim için zor bir dönem. VHS kasetlerin dört gözle yurt dışından beklendiği bir dönem bu. Oraya gittiğimde çok büyük bir tecrübe oldu tabii benim adıma. O dönem için Iowa State, Big 12’de orta sınıf bir takımdı. Oradaki organizasyonu görünce orta sınıf bir üniversite takımının bile bulunduğu organizasyon, o dönemin en büyük takımı Efes Pilsen’di, onlarda bile yoktu böyle bir organizasyon, özel uçaklar vs. Benim için çok çarpıcı bir deneyim olmuştu. Sadece basketbol sahası değil, saha dışı da. Ben şuna çok inanıyorum, Türk antrenörlerinin global olması adına bu çok önemli bir şey. Yani network’ünü geliştirmesi gerekiyor Türk antrenörlerinin. Ve Avrupa’daki meslektaşlarımızın bizim önümüzde olmasının sebebi bizden daha fazla dil bilen, bizden daha fazla Amerika’yla ve Avrupa’nın herhangi bir ülkesiyle bağlantısının daha fazla olduğu bir grup insandan bahsediyoruz. Biz hala bunun gerisindeyiz bana göre. Dolayısıyla o, Türk antrenörlerin önünü açacak bir proje olabilirdi, böyle bir çalışma da vardı. Fakat sonrasında bunun arkası kesildi. Federasyon tarafından yapılan bir çalışmaydı. Türkiye’de tipiktir her şey devletten beklenir ama aslında antrenörlerin ve onları yetiştiren kulüplerin de sorumluk alması gerekiyor, antrenörleri yetiştirmek biraz da kulüplerin sorumluluğu bana göre.
Bu öncülüğü gerçekleştiremedik biz o anlamda. Tabii, Ergin Ataman o dönemde Stanford’daydı. Ergin Ataman aslında bizim önümüzü açan bir hamleyi yaptı, arkasından Oktay Mahmuti Benetton’a gitti ama bunun arkasını getiremedik. Biraz daha farklı düşünüp birbirimizi iten bir anlayışla oraya doğru götürmemiz lazım işi.
Basketbolda yapmamız gereken bu üretimi sağlamak. Hem antrenör hem oyuncu yetişmeli ama bundan daha önemlisi doğru ve iyi yöneticiler üretmemiz gerekiyor.
Daha öncesine dönmek gerekirse ODTÜ mezunusunuz, Mülkiye’de görev yaptınız daha sonra PTT ile asistanlık döneminiz oldu. Türk basketbolunda Ankara gibi büyükşehirler oyuncu yetiştirme anlamında önemli. Siz de gerek altyapı gerek A takım asistanlığı kademelerinde bulundunuz. Ankara basketbolunu ve sizin buradaki tecrübelerinizi nasıl anlatırsınız?
Ankara’da benim çalıştığım dönemde altyapıda birbiriyle yarışan ama bir o kadar da iyi arkadaş olup bilgi paylaşan birçok antrenör arkadaşımız vardı: Hakan Demir, Deniz Atak, Hasan Özmeriç, Gencer Baytimur… O dönem için genç jenerasyon antrenörlerin çoğu birinci ligde bir şekilde asistan koçluk, baş antrenörlük yapma şansı bulan insanlardı. Arkasından birçok isim daha geldi. Ankara, şu anda oyuncu yetiştiren bir altyapıya sahip değil maalesef. Orada bir oyuncu fabrikası olarak düşünebileceğimiz TED Ankara Koleji eski yatırımını gerçekleştiremiyor, bunda ülkenin şu anki durumunu da göz ardı edemeyiz. Ülkede öyle bir eğitim sistemi var ki eğitim bu tip şeylerin önüne geçiyor, TED Ankara Kolejliler hala çok önemli bir eğitim kurumu. Bana göre Türk Telekom yıllardır yapması gereken altyapı yatırımını, atılımını yapamamış bir konumda. Ankara aslında eskiden hem oyuncu hem antrenör üreten bir durumdayken şu anda maalesef tesadüflerle oyuncu ve antrenör çıkaran bir noktaya gelmiş durumda. Herhalde en son Can Uğur Öğüt’ü söyleyebiliriz. Biz orada çok değerli antrenörlerin altında çalıştık: Ali Burgul, Cem Gökçe, Selam Gökçe, Zafer Kalaycıoğlu, Seyfi Kuştimur -ki bence çok önemli bir yeri vardır Ankara basketbolunda-, Halil Üner, Ercüment Sunter… Bu insanların gölgesi pozitif anlamda hep üstümüzde oldu. Bağım Ankara’yla koptuğu için şu andaki yapı hakkında bir şey söyleyemem ama şunu belirtmeliyim, Türkiye’de oyuncu yetiştirmek için TBL ve BSL’deki her takımın altyapısının oluşup doğru antrenörlerle üretime geçeceği bir dönem olması lazım. 10-11 tane yabancının olduğunu görüyoruz, bu biraz da üretimin de eksik olmasından kaynaklanıyor. Üreten bir takım Banvit’ti, o da kapandı. Bu üretim olmadığı sürece, sadece Ankara özelinde değil, Türkiye basketbolunun da bir noktaya gitmesini de beklemek yanlış olur. Dolayısıyla üretimin olması lazım. Basketbolda yapmamız gereken bu üretimi sağlamak. Hem antrenör hem oyuncu yetişmeli ama bundan daha önemlisi doğru ve iyi yöneticiler üretmemiz gerekiyor.
Hem spor kültürümüzün eksikliği hem yöneticilerimizin popülist felsefeleri ve düşünceleri Türkiye’de sadece basketbolu değil bütün sporları etkiliyor.
Fenerbahçe döneminizden bahsetmek gerekirse anlattığınız çok şey var. Şunu sormak istiyorum: Sizin oynattığınız basketbolu modern olarak nitelendirebiliriz. Aydın Örs ve Bogdan Tanjevic, old-school diyebileceğimiz koçlar. Onların sizin coaching anlayışınızın oluşmasında nasıl etkileri oldu?
Çok büyük etkileri var. Old-school çok klasik bir Amerikan terimi. Evet, Aydın Örs de Bogdan Tanjevic de old-school’lar. Günümüz basketboluna döndüğümüz zaman iş biraz old-school’a dönmeye başladı EruoLeague’de de. Yani, çok teknik detaylar var. Aydın abi en çok alan savunması yapan koçların başında geliyordu ama Toronto Raptors alan savunmasıyla NBA şampiyonu olduğunda koça inovatif dediler. Aydın Örs mü inovatif, Nick Nurse mü inovatif? Tartışmaya açık bir konu bence.
Modern dönemin basketbolunda hücum anlamında düzenler değişebilir ama temel konular değişmiyor. Neyi oynarsanız oynayın perdenin açısı, ne oynarsanız oynayın zamanlamanın ve neyi oynarsanız oynayın sahaya yerleşimin önemi değişmiyor, değişmeyecek de. Tabii aksiyonlar değişiyor, perdelerin açıları belki biraz daha farklı yöne kayıyor. Bazen de koçlar çok eski döneme ait oyunları çiziyorlar. “Vaay, ne büyük oyun!” deniyor ama otuz yıl önce oynanmış bir oyun oluyor. Şuraya geleceğim. Basketbol biraz daha hızlandı, kararlar çabuklaştı. Evet, ben biraz daha NBA’i takip eden, EuroLeague takip eden ve oradan benim sistemime uygun gördüğüm şeyleri alıntılayarak kullanan bir antrenörüm ama günün sonunda öğrendiğim temel şeyler bu old-school dediğimiz isimlerden geliyor. Açıkçası, basketbolun temelini unutmadan şu anki konjonktürde oynanan hızlandırılmış oyunu harmanlayarak oynatmak bana daha doğru geliyor.
Peki, sizin koçluğa yeni başladığınız dönemlerde kendinize idol olarak gördüğünüz isimler kimlerdi?
Aydın Örs bunlardan bir tanesi. Cem Gökçe, çok değerli bir antrenördü. O dönem için oldukça modern bir antrenördü. Milli takımlarda çalıştığım dönemde Nihat İziç’ten çok şey öğrendim. En çok takip ettiğim antrenörleri söylemek gerekirse, NBA’den Greg Popovich’i takip ediyorum. Şimdilerde Quinn Snyder, Erik Spoelstra, Billy Donovan isimlerini sayabilirim. Avrupa’dan tabii en çok takip ettiğim antrenör Zeljko Obradovic. Bana göre özel bir basketbol beyni. Her sene ne yapacak diye merakla beklediğim antrenörlerin başında geliyor. Asistan koçken takip etmeye başladığım ve yıllar sonrasında da sohbetler esnasında çok şeyler öğrendiğim bir antrenör. Beğendiğim çok antrenör sayabilirim ama hepsini farklı farklı yönleriyle değerlendiriyorum. Mesela, Ergin Ataman çok önemli bir coaching figürü. Böylesine yoğun egoların olduğu bir kadroyu yönetebilmek için farklı niteliklerin olması lazım. Ergin Ataman bunu iyi başaran bir antrenör. Benim için çok farklı özellikleri olan antrenörlerin izlediğim, takip ettiğim yönleri var. Tek bir isimden bahsetmem pek kolay değil. Zaten antrenörlük böyle bir şey. Etkileşimle ilerliyor. Birini taklit etmek sizi bir yere götürmez ama iyi örneklerin yaptığı yanlışları ve doğruları analiz edip onlardan bir şey almak, sizi bir yere götürüyor. Çok idolize etmeden doğru analizleri yapmak lazım. Tabii antrenörlüğün başında insanın takip ettiği, ne yaparsa yapsın. Mesela benim için Dean Smith, ben antrenörlüğe başladığımda çok önemli bir isimdi. Dean Smith’in “Multiple Offence and Deffence” diye bir kitabı vardı. Elimizde taşırdık, birebir aynısını yapmaya çalışırdık. Başlangıçta böyle oluyor, sonra kendinize ait bir felsefe geliştikçe idolize etmek yerine analiz etmeyi tercih ediyorsunuz.
Obradovic’ten bahsetmişken Fenerbahçe döneminizin sonunda çalışma ihtimaliniz oluyor…
O benim için talihsiz bir durumdur, ben çok isterdim çalışmayı.
Sonrasında Galatasaray’ın başındayken Obradovic’le karşılaşmalarınızda bir maçın haricinde galip gelen taraf oldunuz. Böylesine önemli bir ismi sahada yeniyor olmak sizin için ne ifade ediyor?
Çok güzel bir his. Avrupa’da dokuz tane EuroLeague şampiyonluğu olan kulüp yok. Dolayısıyla çok önemli bir iş ama Obradovic’e karşı kazanmak sizi Obradovic yapmıyor. Bu büyük bir illüzyon, bu illüzyona kapılırsanız kaybolur gidersiniz. Çünkü Obradovic farklı bir beyin, ona karşı maç kazanabilirsiniz ama bence antrenörlükteki en önemli konu aldığınız kupalar. Kupanız kadar kariyeriniz büyüyor. Obradovic’i yenmek önemli bir kredi kazandırıyor antrenöre ama bu galibiyetle kendinizi kafanızda Obradovic’le aynı sayfaya yerleştirmeye kalkarsanız, ağır bir darbe yiyebilirsiniz. Ben o anlamda biraz daha mütevazı, biraz daha sağ duyulu kalmaya çalışırım. Zaten o galibiyetleri ne çok büyüttüm ne de çok olduğundan düşük seviyede değerlendirdim. Önemli galibiyetlerdi, özellikle Galatasaray- Fenerbahçe rekabetini düşünürseniz çok değerli galibiyetlerdi. Ama Obradovic gibi olabilmek farklı bir olay. Çok sevdiğim bir laf var “Michelangelo’yu eleştirebilmek için önce Mickey Mouse çizmeniz lazım” demişti bir arkadaşım yıllar önce. Eleştirmenin ötesinde, Michelangelo gibi hissetmek için öncesinde Mickey Mouse çizmek lazım. İnşallah, bir kupayla bunu Avrupa’da anlamlandıracak hale getirecek bir şansım olur, antrenörlük kariyerimde.
Son olarak Galatasaray’dan ayrılmadan önce Zalgiris Kaunas’la isminiz anılmıştı. Bu yaz da Avrupa’dan teklifler aldığınızı söylüyorsunuz. Kariyerinizin önceki bölümünde uzun vadeli planlara daha sıcak baktığınız da biliniyor. Gelecek süreçte yurt dışında mı, yurt içinde mi ilerleme katedeceğinizi düşünüyorsunuz?
Bu soruyu Türk antrenörlerin içinde bulunduğu duruma bir katkı sağlaması açısından bir tespit yaparak cevaplamak daha doğru olur bence. Biz Türkiye’de çalışan antrenörler olarak Avrupalı meslektaşlarımızın gerisinde değiliz. Hatta birçok ülkedeki meslektaşlarımızın da belki önündeyiz. Dolayısıyla bir öncüye ihtiyacımız var. Evet, Erman abi(Kunter) yıllarca Fransa’da çalıştı ama Erman abi çok da önümüzü açan bir kariyer ortaya koymadı, sebeplerini bilmiyorum ama belki yanında bir iki Türk antrenör götürüp oraya lanse edebilirdi. Türk antrenörleri adına söylüyorum bunu. Elbette, çok başarılı bir kariyeri var. Benim şu an geldiğim nokta, hem ülkenin içinde bulunduğu konjonktür hem de antrenör sayısında günden güne yaşanan artışa karşın takım sayısının sabit kalması zaten yurt içindeki piyasayı çok sıkıştıran bir durum. Biz Türk antrenörlerin artık yurt dışına çıkma zamanı geldi, hatta geçti bile. Dolayısıyla bence yurt dışındaki yani bütün Avrupa’yı radara alan bir Türk antrenörlüğü artık olmak zorunda. Ben yurt dışından gelen tekliflere bu gözle bakıyorum ve artık kendi adıma ve diğer meslektaşlarım adına bunun artık bir zorunluluk olduğunu görüyorum. Çünkü yurt dışında çalışmanın getireceği avantajlar var. Burada aşikar ki, bu sıkışan markette kendi ülkemizden gelecek teklifleri beklerken bir bazen iki yılı kaybeden antrenör arkadaşlarımız oluyor. Tabii çok temel bir şey var. Zaman kaybetmemek lazım, sezon kaybetmemek lazım. Ama yurt dışından teklif gelmezse yurt içinden teklif gelirse bunu da değerlendireceksin, yapacak bir şey yok.
Galatasaray dönemi yaklaşık iki yıllık bir serüven oldu sizin için. Diğer takımlarda olduğu gibi uzun vadeli yaklaştığınızı çokça ifade etmiştiniz. Geçtiğimiz sezonun başlarında bir ayrılık yaşadınız. Bütçenin az olduğu ve kariyerinde basamak atlamış oyuncularla yükselebileceğiniz noktaya ulaştığınız Galatasaray döneminde yönetimin size bakış açısını, yönetimle aranızdaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Biz çok uyumlu başladık ama Galatasaray yönetimi içinde görev değişikliği söz konusu oldu. Türkiye’de maalesef üç sezonluk, beş sezonluk bir projeksiyonla iş yapmak mümkün değil, bu Galatasaray’a özel bir durum değil. Fakat şöyle zannediliyor: Bir antrenör gelecek ve hemen bir etkisi olacak. Böyle bir şey yok basketbolda. Antrenör gelecek, oyuncuları tanıyacak, çalışacak, kimyayı oturtacak, üstüne koyarak gidecek, projelendirecek. Bugün herkes Milano’yu konuşuyor değil mi? İlk senesinde Messina play-off yaptı, ikinci senesinde Final Four yaptı, şimdi bu sene yeniden Final Four’a aday takımlar arasında sayılıyor. Ama üstüne koyarak gelen bir antrenör var. Djordjevic Fenerbahçe’de çok konuşuluyor, geçen sene Kokoskov konuşuluyordu. Hep şöyle bir algı var: Koç gelip sihirli değneği dokunduracak. Antrenörlük mesleğinde bir sihirli değnek yok, çok çalışma var. Siz bir projeyi kafanızda oturtuyorsunuz koç olarak, büyümeye gidiyorsunuz ama kulüp küçülmeye gidiyor.
“Paranız yoksa projenizin olması lazım. Para size oyuncuyu alır ama aldığınız yüksek paralı oyuncu, sizi hemen şampiyon da yapamayabilir basketbolda.”
Benim Galatasaray’da başıma gelen bu oldu. Benim Galatasaray’da yönetimle konuştuğum konu da buydu. Üçüncü yılda biraz daha bütçeyi artırmayı düşünüyorduk çünkü Galatasaray’da kullandığımız rakamlar orta sınıf bir takımın kullandığı miktardaydı. İyi oyuncuların bütçeyi artırma gibi bir durumu da vardır, transferleri istenen hale geldikleri için. Bizim elimizde de çok potansiyelli bir genç oyuncu grubu vardı: Alex Poythress, Greg Whittington, Ben Moore, Zach Auguste, Tai Webster, Aaron Harrison, daha önce Nigel Hayes. Yani güzel bir gruptu bu. Bu grubun yanında da güzel bir Türk grubu vardı: Ege Arar, Can Korkmaz, Göksenin Köksal, Yiğit Arslan. Burayı büyüterek şampiyonluğa oynamak konusunda biz derdimizi anlatamadık. Çünkü paranız yoksa projenizin olması lazım. Bir felsefenizin olması lazım. Para size oyuncuyu alır ama aldığınız yüksek paralı oyuncu, sizi hemen şampiyon da yapamayabilir basketbolda.
Dolayısıyla hem spor kültürümüzün eksikliği hem yöneticilerimizin popülist felsefeleri ve düşünceleri Türkiye’de sadece basketbolu değil bütün sporları etkiliyor. Dikkat ederseniz Avrupa’da en çok antrenör rotasyonunun olduğu ülkelerden bir tanesi belki de Türkiye, futbolda da öyle. Çünkü kimseyi memnun edemiyorsunuz. Ben “geleyim, hemen etkim olsun” diye düşünmüyorum. Etkimin olduğunu da düşünüyorum ayrıca. İlk sene beklenmeyen bir netice de alındı Galatasaray’da. Ama tabii antrenörün kredisinin olması lazım. Antrenörlük öyle herkesin yapabileceği bir iş değil, dışarıdan çok kolaydır. Bir ekonomist yönetim kurulu üyesi olabilir, basketbolu hiç bilmeyebilir ama altı ay sonra o oyuncuyu niye aldık diye hesap sorabilir ama ben adama dolar niye bu noktaya geliyor kardeşim diye sorma hakkı bulamam. Günün sonunda bir tane oyuncu iki tane faul kaçırıyor, maçı kaybediyorsun. Ama o ana kadar koç maçı çok iyi götürmüş vaziyette, fauller kaçmasa maç kazanılacak. Bu iş dışarıdan bakıldığı gibi bir iş değil. Bu işin bir projesi, planı, felsefesi olması gerekiyor.
Kırk dakikalık maçlara göre değerlendirilmesine karşın tüm hafta ortaya konan bir emek var.
Tüm hafta çalışmanın yanında bir de şöyle bir durum var: Bir saniyeden kısa sürede bir refleksle bir karar alacaksın ve o kararın doğru olacak. Basketbol o kadar enteresan bir oyundur ki, faul yaptırırsın maçın son topunu kullanmak için, son topu kullanamazsın faulü yaptığın için iki tane atış kullanırlar. Geçmişten çarpıcı bir örnek vereyim, Bologna-Efes Pilsen play-off eşleşmesi. Birinci maçta faul yaptırmadı Oktay Mahmuti; Bologna geldi, attı, eleştirildi. İkinci maçta faul yaptırdı, bu sefer de Efes gidip atamadı. İkisini de kaybettiler. Basketbol böyle bir oyun. Bu Oktay Mahmuti’yi kötü koç yapmaz, bu bir karar. Ben o anda karar alıyorum, sen maç bittikten sonra bu kararı tartışıyorsun. Benim nabzım orada çok yüksek atıyor, sen oturduğun yerden elinde bir içecekle karar veriyorsun. Ben hep bir şey söylerim: Buyur gel sen yap. Çok kolay bir iş değil. Bir antrenörün ve bir kulübün projesi ve felsefesi olacak. Kulüp buna göre antrenör seçecek. Herkes şampiyonluğa oynayamaz. Sen iki milyon dolarlık bütçeyle 25 milyon dolarlık takımı yenebilirsin ama play-off serisinde o takımı geçip şampiyon olma ihtimalin çok düşük. Bu bir realite. Dolayısıyla projeye, zamana ve sezona ihtiyacın var. Konu bu kadar basit.
Yaklaşık iki ay önce Barselona’da bulunuyordunuz. Jasikevicius’la altı aylık Fenerbahçe döneminizin sonunda iletişiminizin devam ettiğini, arkadaşlığınızın devam ettiğini söylüyorsunuz. Onunla ilişkiniz nasıl, o seyahatiniz nasıldı?
Ailecek görüştüğümüz bir durum yok ama basketbol olarak benim çok kafasını beğendiğim, çok çalışkan, iş ahlakını çok sevdiğim ve enteresan bir şekilde elektriğimizin tuttuğu bir antrenör. Oyuncular konusunda bizim damak tadımız aynı tabiri caizse. Benziyoruz çünkü onun ilgilendiği oyuncularla benim yolum veya benim ilgilendiğimle onun yolu kesişti. Konu Jasikevicius’a geliyor ama sonuçta arkadaşız, hepsi bu kadar. Evet, Barselona’yı ziyaret ettim. 4-5 gün kaldım orada. Sadece Barselona’yı değil, Badalona’yı da ziyaret ettim, antrenmanları izledim. Orada da koç Carles Duran’la biraz sohbet ettim. Ben seviyorum basketbol konuşmayı. Dedin ya “Bu bir yıllık dönemde ne yaptınız?” diye, işte bu tip ziyaretleri yapmayı seviyorum. Bir Milano’ya gidiyorum, bir Bayern Münih’e gidiyorum, orada biraz Trinchieri’yle sohbet ediyorum. Yani basketbol benim hobim ve bu hobiden para kazanıyorum, ülkenin genelini düşündüğümüzde de ayrıcalıklı bir durumda olduğumu düşünüyorum. Ben basketbol tartışmayı, zaman zaman tartışmayı biraz itişmeye döndürmeyi seviyorum. Jasikevicius’la böyle bir ilişkimiz var, oyunculuğundan beri devam eden bir ilişkimiz var. Ama soruyorsan yazın beraber tatil mi yaptık, hayır yapmadık. Düğününde miydim, hayır düğününde değildim ama günün sonunda ortak paydamız olan basketbol noktasında iyi anlaştığımız aşikar.
Şu anda federasyon binasındayız, milli takımın 2023 öncesinde eleme süreci başlıyor. Milli takıma dair ne düşünüyorsunuz, 2022 ve 2023’e giderken milli takımla alakalı ne söylersiniz?
Güzel bir jenerasyon var, doğru bir antrenör var. İyi bir planlamayla, iyi bir projeyle uzun vadeli, orta vadeli hedeflerle doğruya gidecek bir organizasyon, doğruya gidecek bir yetenek havuzu görüyorum ben. Burada çeşitli şeyler var, sonuçlar çok etkili oluyor. Milli takım da ülke basketbolunun lokomotifi. Çok kolay eleştiriye açık olduğunuz, çok da kalkanınızın olmadığı bir pozisyon. Allah, Orhun’un yardımcısı olsun. Burada benim gördüğüm çok güzel bir çalışma ortamı yaratılmış, teknik ekip birbirine çok uyumlu. FIBA pencereleri birçok açıdan sorunlu görünen bir sistem. Bu sistemin içinde Türk milli takımının en iyiye ulaşmak için hamleler yaparak hem genç oyuncuların önünü açarak hem sonuç odaklı giderek hem de orta vadeli hedeflere ulaşmak için doğru isimleri kadroya alarak çok zor bir işi başarmaya çalıştığını görüyorum. Bir antrenör ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak da onlara gereken her türlü desteği vermeyi de kendimize bir görev addediyoruz. Çok ümitli olduğum bir jenerasyon ve çok ümitli olduğum bir teknik ekip var. Bu sonuca da yansır.
En başta bahsettiğiniz gibi filmlere ilgi duyduğunuzu söylediniz. Sevdiğiniz filmler ve yönetmenlerle sohbetimizi sonlandırabiliriz.
Ben Coen kardeşleri çok seviyorum. Tarantino’yu da aynı şekilde. Ama bu ara çok güzel diziler var, onlara da bayılıyorum. Şimdi eşim bahsediyor, Kulüp. Yakın tarihimize ışık tutan bir dizi, onu izlemek istiyorum. Breaking Bad, Peaky Blinders gibi dizileri seviyorum. Dönem filmleri izlemeyi çok severim. Tarihe çok meraklıyım, o yüzden dönem filmleri seyretmekten daha çok keyif alıyorum. O konularda biraz tutucuyum, dolayısıyla korku ve gerilim filmleriyle pek aram yoktur. Son dönemlerde bu tarz filmleri seyretmeye çalıştım. Ama günde bir film seyrediyorsam dört maç seyrediyorum, hobi basketbol olunca.