There’s a point at 7000 RPM… Where everything fades. The machine becomes weightless. Just disappears. And all that’s left is a body moving through space and time. 7000 RPM. That’s where you meet it. You feel it coming. It creeps up on you, close in your ear. Asks you a question. The only question that matters. Who are you? (*)
Önemli not: Yazı film hakkında spoiler içermektedir!
Ford v Ferrari filmi; Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve Jason Keller’ın yazıp James Mangold’ın yönettiği 2019 yılı ve ABD yapımı, biyografik dram türü bir filmdir. Orijinal ismi “Le Mans 66” olan film, İngilizce olarak “Ford v Ferrari” ismiyle yayınlandı. Türkiye’de vizyona giren ismi ise tabii ki de trajikomik: “Asfaltın Kralları”.
Bu film de türü fark etmeksizin çoğu filmde olduğu gibi oldukça kötü bir yerelleştirmeyle geldi ülkemize. Tabii ki, film isimleri direkt çeviri olmak zorunda değildir. Zaten filmin orijinal adı olan Le Mans 66 da İngilizceye birebir çevrilmemiş, çünkü Le Mans özel isim fakat en azından bu isim filmin içeriği ile bağlantılı; filmde gerçekten de Ford ve Ferrari şirketleri arasında yaşanan rekabet anlatılıyor. Böyle bir filmi Türkiye için “Asfaltın Kralları” olarak isimlendirmek bence içerik ile kesinlikle bağdaşmayan bir çeviri…
Başarılı oyuncular Matt Damon ve Christian Bale’ın başrollerde olduğu film 100 milyon dolar bütçe ile çekilmiş. Bu, bir biyografi filmi için oldukça yüksek bir rakam. Genelde böyle yüksek bütçelerde teknoloji yardımı alınan ve görsel dizaynı üst düzey olan süper kahraman filmleri çekiliyor ama benim gibi yarış tutkusu olan birine soracak olursanız harcanan her kuruşa değmiş diyebilirim. Keza hasılat olarak da 223 milyon dolar ile hakkını da almış.
Film, 1959 yılında düzenlenen Le Mans 24h yarışının gerçek hikayesi ile başlıyor. Matt Damon’ın canlandırdığı Carroll Shelby, o dönem Aston Martin takımıyla yarışan başarılı bir pilot. Fakat yaşadığı kalp rahatsızlığı nedeniyle yarışlardan çekilmek zorunda kalıyor. Devamında Shelby, araç tasarlamak ve satışını yapmak gibi işlerle oyalanırken, bu esnada Ken Miles ise çok iyi bir sürücü olmasına rağmen araba tamiri ile geçinmeye çalışan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bir gün, bu iki geçimsiz ancak bir o kadar da sıkı dostu bir araya getirecek olan bir fikir geliyor karşılarına: Ford markası altında dönemin butik ama şampiyon şirketi Ferrari’yi geçebilecek bir yarış aracı üretmek…

Miles ve Carroll, Ferrari’yi yenebilme fikrini tartışıyor
O dönemde Ferrari, Le Mans 24h yarışlarını her yıl kazanarak değerini yükseltmiş ve gücünü ortaya koymuş bir marka konumunda. Ferrari patronu Enzo Ferrari, kendisine gelen ‘şirketi satın alma’ teklifi için Ford’un çirkin bir fabrikada çirkin arabalar üreten bir marka olmaktan ileri gidemeyen, mirası devam ettiren torun olan Henry Ford II’nin ise; şirket değerlerine sahip olamayan işe yaramaz bir adam olduğunu düşünen bir tavırda olduğunu aktarıyor. Ford şirketinin patronu Henry Ford II ise egoist, araç üretimini bir savaş gibi gören, o ana kadar daha fazla araç üretip daha fazla satış yapmanın başarı olduğunu düşünen biri olarak resmedilmiş. Enzo Ferrari’nin yapmış olduğu hakaretlerden sonra bunu kendine yediremeyen Henry Ford II, sözünü ettiğim Shelby ve Miles kankaları bir araya getirecek olan fikre ikna oluyor: Ferrari’yi Le Mans pistinde yenecek yarış arabasını üretmek.
Bunun mümkün olabilmesi için tüm imkanlarını kullanan Henry Ford II, tasarımcı olarak şirkete dahil olan Carroll Shelby’e sınırsız para harcama hakkı veriyor. Bunun üzerine Shelby, ilk iş olarak dostu Miles’ı bu işe ikna ediyor ve birlikte bir yarış arabası yapmaya koyuluyorlar. Bahsi geçen bu araba da Ford’un ileride efsaneleşecek olan yarış arabası, yani Ford GT40.

Le Mans 24h için yaratılmış bir canavar: Ford GT40
Benim gibi arabalara ve yarışlara meraklı kişiler için bu aracın özel bir yeri vardır. “İhtişam” kavramı konusunda bazıları için çok bir şey ifade etmeyebilir belki ancak bu aracın sırf şasesinden bile “ben güçlüyüm” diye bağırdığını hissedebilirsiniz. 1964’te üretilen prototip ile birlikte Shelby ve Miles çalışmaya başlıyorlar; süreci de öyle planlı yürütüyorlar ki aracı bir dizi teste tabi tuttuktan sonra kısa zaman içinde hazır hale getirmeyi başarıyorlar ve sonuç olarak 7 litrelik bir V8 motorunu uzay aracı standartlarında geliştirip bir canavar haline getirerek GT40 ile bütünleştiriyorlar. Devamında ise çözülmeyi bekleyen önemli bir sorun kalıyor.
Bunca gücü ve ağırlığı sorunsuz şekilde durdurabilecek bir ‘’frenaj sistemi’’ o yıllarda geliştirilememişti. Aynı zamanda da Ford yetkilileri, bu denli güçlü bir aracı anlayabilecek en deneyimli kişi olan Ken Miles’ın Ford’u yarışlarda temsil edemeyecek biri olduğunu düşündüler ve onun yarışmasını istemediler. Katılacakları ilk yarış için başka bir pilot ile anlaştılar ve beklendiği üzere bir kez daha mağlubiyet aldılar. Devamında Henry Ford II’den bir fırça yiyen ve derhal kovulması beklenen Shelby, aracın ‘düzlüklerde en yüksek sürate ulaştığı’ teziyle şirketi ikinci bir şans için ikna ediyor ve ekibiyle aracı geliştirmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Fakat Miles’ın Le Mans 24h yarışına katılmasına hala olumlu bakılmıyor. Çünkü, yeniden başka bir pilot ile yarışmak da bir hezimeti daha beraberinde getirecekti. Bunu çok iyi bilen Shelby, durumu Henry Ford II’ye kabul ettirmek için aklında zor bir fikirle yöneticileri araç geliştirme departmanına davet ediyor. Direksiyon başına geçen Shelby, Henry Ford II’yi yanına oturtuyor ve ona GT40 ile unutamayacağı bir deneyim yaşatıyor.

Henry Ford II, GT40’ın hızlı performansı karşısında şok oluyor ve ağlıyor
Bu sahne gerçekten de çok dramatik ve olağanüstüydü. Bu, herkesin içine girip kolayca kontrol edebileceği bir makine değildi. Le Mans’ı kazanmak istiyorsanız Ken Miles bunu yapabilecek bir adam, belki de tek pilottu. Shelby de bu cümleleri kullanarak Ford’u ikna ediyor. Ken Miles’a Daytona 12h yarışında şans vermelerini, eğer kazanırsa Le Mans 24h’da da yarışmasına izin vermelerini istiyor. Hatta bunun karşılığında eğer Miles ile yarışı kazanamazlarsa sahibi olduğu Shelby American şirketinin de tüm haklarını Ford’a devredeceğini vadediyor.
Nihayet büyük yarış günü geliyor ve Ford şirketi, en büyük sınavını vereceği Le Mans 24h yarışı pistine Ken Miles ile çıkıyor. Miles yarışın başında aksilikler yaşaması dolayısıyla daha en baştan bir tur geride kalıyor ancak süreç boyunca arayı iyi kapatarak yarış lideri Ferrari’yi yakalamayı başarıyor. Le Mans yarışlarında aracı belli bir devir sayısında tutmak gerekir, aksi halde yarış bitene kadar araç dayanamaz ve damalı bayrağı göremezsiniz. Miles’a yarışın başında aracı 6000 RPM’de tutması gerektiği şeklinde geri bildirimler verilmişti ancak Shelby ve Miles, yarış sonuna doğru geride kalmaları sebebiyle patronlarıyla aynı fikirde olmuyorlar. Sonlara doğru aracı zorlayarak 7000 RPM’e çıkarıyorlar ve Miles rakiplerini bir bir geçmeye başlıyor. Miles o kadar iyi bir konuma geliyor ki tüm rakiplerinden bir tur önde yarışı sürdürüyor, bu esnada Ford şirketinin diğer araçları da ikinci ve üçüncü konumda yer alıyor. Sıralamanın verdiği rahatlık ile Ford yetkilileri üç Ford takımının da finiş çizgisini aynı anda geçmelerini, bu sayede güzel bir fotoğraf karesinin ortaya çıkmasını istiyorlar ve sürücülere bu şekilde talimat veriyorlar. Bunun üzerine yarışı açık ara önde götüren Miles, sonlara doğru yavaşlayarak diğer pilotları bekliyor. Üç Ford takımı da finişe birlikte giriyor ve istedikleri güzel görüntü oluşuyor fakat, sonuçta anlaşılıyor ki Miles ve ekibi kandırılıyor. Bir beraberlik olması gerekirken diğer pilot Bruce Mclaren, yarışa daha geriden başladığı için şampiyon olarak açıklanıyor.
Bu sonucun ardından Miles, kazananlar arasına adını yazdıramadı ve hala bugün 1966 Le Mans 24h resmi yarış sonuçlarında Mclaren & Amon isimleri “kazananlar” olarak geçmektedir.
Daha sonrasında Miles, bir sonraki sezon hazırlıkları kapsamında yaptığı bir test sürüşünde yaşadığı fren arızası sebebiyle aracının kontrolü kaybederek trajik bir şekilde hayatını kaybediyor. Trajik diyorum ancak, aslında sevdiği işi yaparken ölen insanların sonu trajik değildir bence…

Miles ve Carroll, Le Mans 24h yarışı sonrası kandırıldıklarını anlıyor
Evet, 2,5 saatlik bu film izleyiciyi hiç sıkmadan tüm hikayeyi finale kadar taşıyor. Filmin ses ve ışık dizaynı, bir yarış filmi olduğunu da göz önünde bulundurursak çok çok başarılı. Ayrıca filmde Ken Miles’ın gerçek yarışlarından görüntüler verilmesi de çok iyi ve inceydi. O dönemlerde Daytona, Le mans gibi seriler sadece bir yarış değildi (ki günümüzde bile motor sporlarının en değerlileri diyebiliriz). Araçları ve pilotları optimum seviyede tutmak, 24 saat boyunca yüksek hızda giden motorları soğutmak ve dağılmadan pistte kalmalarını sağlamak ancak iyi bir mühendislik ve titiz bir çalışma ile mümkündür. Bu sebepten Ferrari üst üste Le Mans 24h yarışlarını kazanabiliyordu fakat Shelby ve Miles’ın büyük bir emek ile elden geçirdiği Ford GT40 artık buna son verebilecek bir araç haline gelmişti. Nitekim Miles, Daytona 12h yarışını kazandı ve Ford’a o dönem için çok önemli bir şampiyonluk getirdi.
Ken Miles’ın hayatı her ne kadar filmde gerçek hikayesine dayanılarak anlatılsa da ufak tefek değişimler de vardı elbette. O yüzden gelin, son olarak Ken Miles’ın gerçek hikayesine de çok kısa bir göz atalım.
Miles, Coldfield kasabasında 1918 yılında dünyaya geldi. 15 yaşında okulu bırakarak otomobil sanayisinde işe başladı. Bu sanayi onu, otomobil teknisyenliği konusunda kendisini geliştirmesi için bir teknik okula gönderdi. Britanya ordusuyla II. Dünya Savaşı’na girene kadar bir süre motosiklet yarışlarına katıldı. II. Dünya Savaşı süreci, onun önündeki yedi yıl boyunca makine mühendisliği ile ilgili çalışma yapacağı ve kendini geliştireceği dönem oldu. Miles, 1942’de orduda kıdemli çavuş rütbesini aldı ve o sırada 1944’te Normandiya çıkarmasını yapacak olan tank birliğinde görev yapıyordu. Savaştan sonra savaş süresince kazandığı teknik deneyimler ile Bugatti, Alfa Romeo gibi araçlarla yarışlara girdi. Sonra Ford V8 Nash marka araca geçiş yaptı. 1952’de İngiltere’den ABD’ye taşınan İngiliz, Los Angeles’a yerleşti ve burada büyük bir dağıtıcı şirketinde servis yöneticisi olarak çalıştı. 1953 yılında üst üste 14 kez Amerikan spor araba kulübü yarışlarında kendi tasarımı olan arabalar ile yarışlar kazandı. 1955 sezonuna gelindiğinde yine kendisine ait özel üretim bir araç tasarladı ve yarışlara devam etti. Bu son tasarımına “Uçan Çakıl” adını vermişti. Yarışlarda sürekli başarılı olmaya devam eden Miles, Uçan Çakıl’ıyla Palm Springs’de katıldığı yarışta Porsche gibi dönemin başarılı markasını geride bırakarak şampiyon oldu.
1956 sezonunda Porsche ekibine katılarak yine başarılı performanslar ortaya koyan Miles, 1957 sezonunda da Porche 550S aracının motor ve şanzıman kurulum mühendisliğini yaptı. Bu araç, dönemin en başarılı yarış araçlarından kabul edilmekteydi. Miles aynı zamanda bu aracın sürücülüğünü de yapıyordu ve o dönemde girdiği her yarışı domine ediyordu. Teorik ve pratik anlamda üstün bilgilerine rağmen 1960’lı yıllara geldiğinde Miles, kendi seçimiyle Shelby Amerika yarış takımının bir üyesi olarak kariyerini sürdürdü (bu kariyere sahip birinin, dönemin dominant takımlarından biri ile çalışmasını beklemek yanlış olmaz).

Ken Miles, Ford GT40 ile Shelby Amerika garajında
“Ben bir araba tamircisiyim. Tüm kariyerim boyunca bu böyleydi. Sürüş sadece bir hobi, rahatlamak için bir yoldu. Aynı golf oynayan diğer insanlar gibi. Bir Formula 1 yarış arabasını sürmeyi isterdim. Grand Prix’de yarışmak için değil, sadece neye benzediğini merak ettiğim için. Sanırım oldukça eğlencelidir!”
Filmde Christian Bale’ın canlandırdığı şekilde Miles, fazlasıyla belirgin İngiliz aksanı ve alaycı espri anlayışıyla tanınırdı. 1963’te Shelby Amerika’nın test sürüş şefi oldu. 1965’te Ford GT40 MK1 aracını, Le Mans 24h yarışında Bruce Mclaren ile paylaştı fakat şanzıman kutusundaki arıza sebebiyle yarışı erken bıraktı. Sonraki yıl Daytona 12h yarışında birinci oldu. Bu yarışlarda Ford GT40 MK2 aracıyla boy gösterdi ve Sebring 12h yarışını da kazandı. Birkaç ay sonra 1966 Le Mans yarışında, bitiş çizgisine lider şekilde yaklaşırken Ford yöneticisi Leo Beebe’nin üç adet Ford aracını çizgide yan yana görmesi için verdiği emir üzerine Carroll Shelby, Miles’a temposunu düşürmesini söyledi. İkinci ve üçüncü sıradaki Ford’lar bu sayede Miles’ı yakaladı ve üç Ford takımı da çizgiyi birlikte geçti. Miles’ın çizgiyi en önde geçmiş olmasın rağmen Fransız yarış yöneticileri ikinci sırada yarışı noktalayan Bruce Mclaren’ı geriden başlamış olması sebebiyle şampiyon ilan etti ve bu sonuçla İngiliz pilot ikinciliğe geriledi. Buna öfkelenen Miles; Sebring ve Daytona yarışlarında aldığı şampiyonluk derecelerini de reddetti.

Ford’a bağlı takımın araçları, 1966 yılı Le Mans 24h yarışı bitişinde yan yana
Yaşadığı bu kötü deneyime rağmen Miles ve ekip, Ford GT serisi aracı sonraki aylarda da geliştirmeye devam etti. Güney Kaliforniya’nın yakıcı çöl sıcağında Miles, hemen hemen testi tamamlamak üzereydi. Tam 321 km hıza kadar ulaşan araç önce spin atmaya başladı, ardından taklalar atarak alev aldı. Paramparça hale gelen araç Miles’ı dışarı fırlatmış ve hemen orada can vermesine sebep olmuştu.
Her ne kadar adı kazananlar listesinde yer almasa da dünya çapında yarış hayranları tarafından takdir edilen Ken Miles, motor sporları onur listesine alındı. Carroll Shelby ise tarihin en başarılı ve ünlü spor otomobil tasarımcılarından biri oldu. Shelby ve Miles tarafından geliştirilen Ford GT40 aracı, 1966, 1967, 1968 ve 1969 yıllarında art arda Le Mans 24h yarışlarını kazandı. Ford GT40 bugün bile Le Mans 24h yarışını kazanan tek Amerikan yapımı araba olmaya devam ediyor.

Ken Miles & Carroll Shelby yarış öncesi son konuşmalarını yaparken
Her ne kadar Ford şirketinin başarısını gösteren bir filmmiş gibi görünse de büyük markaların ve egoist yöneticilerin kurbanı olan tutkulu insanların hikayesini izledik biz aslında. Ford v Ferrari filmini, Carroll Shelby ve Ken Miles kankaların önderliğinde kapitalist düzene karşı yapılmış olan bir başkaldırı hikayesi olarak görebiliriz. Günümüzde, motor sporları tutkunu insanlar da dahil kimse Henry Ford II’nin adını anmıyor ama Ken Miles ve Carroll Shelby, yarış dünyasında hep hatırlanacak figürler olarak hafızalarda yer etti. Dilerim ki herhangi spesifik bir branşta değil, dünya üzerindeki her organizasyonda içi boş, egoist karakterler yerine işinin ehli, tecrübeli ve deneyimli insanlar süreç yönetiminde söz sahibi olurlar ve daha dolu dolu organizasyonlar ortaya çıkar.
(*) : 7000 RPM’de bir nokta var… Her şeyin kaybolduğu yer. Makine ağırlıksız hale gelir. Sadece kaybolur. Ve geriye kalan tek şey uzayda ve zamanda hareket eden bir beden. 7000 devir/dakika. İşte orada tanışıyorsunuz. Geldiğini hissediyorsun. Sana doğru sürünür, kulağına kapanır. Sana bir soru sorar. Önemli olan tek soru. Sen kimsin?
1 comment
”Rush” ile birlikte en sevdiğim filmlerden biri, güzel de bir yazı olmuş