Dünya Kupaları her şeyiyle futbol tarihinde ayrı bir yerdedir. Takımların ve oyuncuların mutlulukları, hüzünleri ve hayal kırıklıkları turnuvanın hikayesini oluşturur aslında. Genelde bu hikayeye bir de beklenmedik takımlar katılır, turnuvada öyle bir hava oluştururlar ki hepimiz onların kupayı almasını isteriz içten içe. Dünya Kupası heyecanını yaşadığımız şu zamanlarda onları hatırlamanın iyi olacağını düşünüyorum. Bu yazıda tam da o gizli kahramanlardan bahsedeceğim. Kemerlerinizi bağlayın, futbol tarihinde bir yolculuğa başlıyoruz.
1966- Kuzey Kore
İngiltere’nin ev sahipliğini yaptığı ve kazandığı 1966 Dünya Kupası futbol tarihinde ilklere sahne olmuştu. Bunlardan biri de Asya’dan bir takımın gruptan çıkmasıydı. Kimsenin beklemediği şekilde Kuzey Kore takımı turnuvanın en enteresan hikayelerinden birini yazdı. Hikayeye değinmeden önce o dönemden de kısaca bahsetmemiz gerekir. Aslında Dünya Kupası tarihinde geriye gidildikçe siyasi etkilerin arttığını görebiliriz zira Dünya Kupası’nın ilk 40-50 yılı ülkelerin arasındaki, bazen de kendi içindeki, gerilimin zirvede olduğu zamanlara denk geliyor. O dönemde de 1953’te bitmesine rağmen Kore Savaşı’nın etkisiyle Kuzey Kore’nin birçok ülkeyle diplomatik ilişkileri kötüydü. Tam da bu sebeple İngiltere, Kuzey Kore takımını ülkeye kabul etmemeyi dahi düşünmüş, tabii sonrasında bu gerçekleşmemiş. Bu koşullarda İngiltere’ye giden Kuzey Kore takımından kimse gruptan çıkmasını beklemiyordu. Sovyetler Birliği ve İtalya favoriydi. Ne var ki futbol çok enteresan bir oyundu. Sovyetler Birliği’ne 3-0 kaybedilen maçın ardından Şili ile 1-1 berabere kaldılar. Son maç İtalya ile oynanacaktı ve iki taraf adına da hayati önem taşıyordu. Park Doo-Ik’ın golüyle o maçı 1-0 kazanıp çeyrek finale yükseldiler. Golü atan Park Doo-Ik, o maç hakkında şu ifadeleri kullanmış: “O golü attığımda, Middlesbrough’taki insanlar bizi kalplerine kazıdı. Futbolun diplomatik ilişkileri geliştirebileceğini ve barışı destekleyebileceğini öğrendim.” Kuzey Kore grup maçlarını Middlesbrough’da oynadı ve gerçekten de şehirde kaldıkları süreçte yerel halkın sempati duyduğu bir ekip haline geldiler. Takım ve halk arasında olumlu yansıyan etkileşimler oldu. Futbolun birleştirici yanına çok güzel bir örnek aslında bu durum. Peki çeyrek finalde ne mi oldu? Portekiz’e karşı 3-0 öne geçmelerine karşın maçı 5-3 kaybettiler. Peri masalı onlar adına buraya kadardı. Dönemin siyasi koşulları ve takım kalitesi değerlendirildiğinde aslında onların yaptıkları şey her anlamda değerli. O geri dönüşü yememiş olsalardı yarı finalde İngiltere’nin karşısına çıkacaklardı. Olası yarı finalin nasıl bir atmosferde oynanabileceğini çok merak ediyorum açıkçası.
1990-Kamerun
Dünya Kupası tarihine hakim kişiler 1990 Kamerun takımının hikayesinin nasıl başladığını çok iyi biliyor: Arjantin’i yendikleri maç. Dönemin yıldızı Maradona önderliğindeki son şampiyon Arjantin, B Grubu’nda karşılaşacağı Kamerun’a karşı doğal olarak mutlak favoriydi. San Siro’da maç başladıktan sonra da oyun bunu göstermişti aslında ama Kamerun 10 kişi kaldıktan sonra işler yavaş yavaş onların tarafına dönmeye başladı. The Last Dance belgeselini izlediyseniz “Bad Boys” Pistons’ın Michael Jordan’lı Bulls’u nasıl durdurmaya çalıştığını biliyor olmalısınız. Aynısını Kamerun, Arjantin’e uyguladı. Maradona başta olmak üzere tüm takıma karşı oldukça sert bir oyun oynadılar, hatta Kamerun maçı 9 kişi tamamladı. Buna rağmen skor tabelasında 1-0 Kamerun üstünlüğü yazıyordu. Bu kesinlikle tarihi bir skordu. Arjantin teknik direktörü Carlos Bilardo’nun devlet başkanı tarafından aranmasına ve takım hakkında tavsiyeler almasına varacak kadar etkili bir karşılaşma oldu onlar için. Arjantin o maçın ardından finale yürüdü, bizse tekrar ana kahramana dönelim.
Önemli bir galibiyetin ardından Romanya’yı da 2-1 mağlup eden Kamerun, Sovyetler Birliği’ne 4-0 yenilmesine rağmen grubu lider tamamlamayı başardı. Bu Kamerun ve Afrika futbolu için tarihi bir başarıydı ve aslında enteresan noktalar içeriyordu. Kamerun Futbol Federasyonu, turnuvaya hazırlık sürecinde yeni teknik direktör tercihini o dönem Türkmenistan’da çalışmakta olan Valery Nepomnyashchy’den yana kullanmıştı. Kendisi ne İngilizce ne Fransızca biliyordu, futbolcularla olan iletişimini Moskova’daki Kamerun Büyükelçiliği’nde çalışan bir görevli sağlıyordu. Gerçekten zor bir durum olsa da oyuncular da hoca da bunu aşmış gözüktü ki turnuvadaki başarı da ortada. Hocanın takımı motive etmedeki mahareti kesinlikle turnuvada farkı yaratan şeydi. Kadro oldukça hırslıydı. Görece vasat bir kadronun harika enerjiyle yapabileceklerinin bir sınırı yok gibiydi, nitekim bu ikinci turda da devam etti. Kolombiya’yı uzatma sonucu 2-1 yenerek çeyrek finale adlarını yazdırmışlardı. Futbolda bir sürü peri masalı vardır ama sonunu getirebilen takım çok azdır, bu durum onlar için de geçerli oldu. Çeyrek finalde İngiltere’ye uzatma sonucu 3-2 kaybettiler belki ama bıraktıkları iz herkes için umut oldu ve kesinlikle unutulmaz oldular.
1994/ İsveç- Bulgaristan
ABD’de oynanan 1994 Dünya Kupası denince herkesin gözünün önüne gelen şey Roberto Baggio’nun kaçan penaltısı olabilir. Ama o sürece gelinirken de onun kadar çarpıcı şeyler olduğunu söylemek mümkün. İki Avrupa takımı İsveç ve Bulgaristan, tarihinin en iyi performanslarından birini verdiler o turnuvada.
Kasım 1993’te Bulgaristan, Fransa deplasmanında Dünya Kupası eleme maçına çıkacaktı. Fransa’ya beraberlik yetiyorken Bulgarlar kazanmak zorundaydı. 1-0 geriye düştüğü maçı son anlarda 2-1 kazandılar. O esnada maçın spikeri tarihe geçen şu ifadeleri kullandı: “Tanrı Bulgar!” Tarihe geçen o maçla Amerika vizesini alan Bulgarlar, 3-0’lık Nijerya mağlubiyeti ile başladıkları grupta önce Yunanistan ardından da Arjantin’i yenerek ikinci olarak gruptan çıktı. İkinci turda penaltılarla Meksika’yı elemelerinin ardından Almanya ile oynadıkları çeyrek finalde unutulmaz bir maç yaşattılar izleyenlere. Lothar Matthaus’un penaltısıyla Almanya devreyi önde kapatsa da Bulgaristan’ın Altın Jenerasyonu daha iyi gözüken taraftı. Maçın sonlarına yaklaşılırken Stoickhov’un frikiğiyle durum dengeye geldi. Kısa bir süre sonra Letckhov’un kafa vuruşuyla geri dönüş tamamlandı. Almanlar Klinsmann’ı oyuna almasına rağmen maçı kazanamamıştı. Son şampiyon resmen turnuva dışındaydı. Gruptan çıkması dahi beklenmeyen Bulgarlar son şampiyonu devirip yarı finale çıkmıştı. Yarı finaldeki İtalya maçı birçok açıdan enteresandır. Bulgaristan kötü bir maç oynamadı fakat hem Baggio’ya karşı koyamadılar hem de kupa tarihinin bir başka tartışmalı hakem kararı verildi. Costacurta’nın ceza sahasında topa elle müdahelesi Fransız hakem Quiniou tarafından penaltı olarak değerlendirilmedi. Ayrıca Stoickhov’un son dakikalara doğru sakatlanıp çıkması işleri daha da karıştırdı. Sonuç olarak maçı 2-1 kaybettiler. Maçın ardından turnuvanın yıldızlarından Stoickhov’a bir sene önceki “Tanrı Bulgar!” sözü hatırlatıldı. O da buna cevaben “Tanrı Bulgar ama hakem Fransızdı.” dedi. Burada kupa rüyaları sonlansa da kadro ve yaptıkları kesinlikle dikkat çekiciydi. Stoickhov ve Balakov performanslarıyla turnuvanın takımına seçildiler.
Üçüncülük maçında karşılaştıkları İsveç’e ise ayrıca değinmeliyiz. Onlar da Brezilya, Rusya ve Kamerun’un olduğu gruptan ikinci çıktılar. Suudi Arabistan’ı 3-1’lik skorla ikinci turda yendiler. (Bu maçta Kenneth Andersson’un ilk golüne bakmanızı tavsiye ederim.) Ardından belki bir başka sürpriz takım diyebileceğimiz Romanya ile eşleştiler. Hagi önderliğindeki Rumenlere karşı oynamak kolay olmayacaktı, olmadı da. Maçı anlatanlar oldukça dramatik olduğundan bahsediyor ki 2-2 biten maçta gerçekten de oldukça git-gel var. Bu dramadan penaltılarla İsveç galip çıktı, yarı finaldeyse bir dejavu olarak Brezilya’ya yenildiler. (İsveç, ev sahibi olduğu 1958 Dünya Kupası finalini Brezilya’ya kaybetmişti.) Sonuç olarak iki takım da 94 Dünya Kupası’nda başarılı bir form yakalayarak önemli izler bıraktı. Bir jenerasyon o turnuvayı Baggio ile olduğu kadar Stoickhov, Brolin, Andersson gibi isimlerle de hatırlıyor.
2002- Türkiye/ Senegal/ Güney Kore
İşte herkesin beklediği noktadayız. Türkiye yavaş yavaş dünya futbolunda öne çıkmaya başladığı bir dönemdeydi. 1996 ve 2000 Avrupa Şampiyonası’na katılmıştık ve Galatasaray’ın UEFA Kupasıyla ilk kez bir Türk takımı Avrupa Kupası kazanmıştı. Kadro itibariyle de muhtemelen o döneme kadarki en iyi durumundaydı Milli Takım. Bu dönemde Şenol Güneş yönetimindeki Milli Takımımız, Dünya Kupası’na büyük bir coşkuyla uğurlandı. Grup sürecini aslında birçoğumuz biliyoruz ama hikayeyi anlamak adına hatırlamakta yarar var. Brezilya ile oynadığımız ilk maçta öne geçip bir heyecan yaşasak da maalesef rakip çok güçlüydü ve karşı koymak bir noktada çok zordu. Ronaldo ve Rivaldo golleriyle Brezilya’yı öne taşıdı. Kosta Rika beraberliği ve Çin galibiyetiyle resmen gruptan çıkmıştık. Ümit Davala’nın tek golüyle ev sahibi Japonya’yı yendikten sonra her birimizin hayatında önemli bir yer kapladığına inandığım o Senegal maçına geldik. Herkesin o maçla ilgili bir hikayesi var, bense maalesef o esnada bir aylık bir bebektim. Maalesef diyorum çünkü size bu noktada o maçı yaşarken ne hissettiğimi anlatmak isterdim. Neyse ki teknoloji gelişti de biz “Z” kuşağı da o tarihi maçları izleyebildi. Bu yüzden size o anı tekrar yaşatmak için bir şansım var.
El Hadji Diouf, Aliou Cisse’li Senegal turnuvanın en dinç takımlarından biriydi. Gruplarında iyi bir performans sergilemişlerdi. (Açılış maçında son şampiyon Fransa’yı yenmeleri dikkat çekiciydi.) İyi performanslarının sürmesiyle onlar da bizim gibi bir peri masalı hedefliyorlardı. Maçın da her şeyi getirebileceği belliydi. Uzatmalara gidildikten sonra skor tabelası 94. dakikayı işaret ederken o unutulmaz an oldu. İlhan Mansız topu ağlara gönderip sevincini yaşarken Yalçın Çetin heyecanını milyonlara aktarıyor, Şenol Güneş sahaya koşuyordu. Türk futbolu birçok tarihi an yaşadı ama o an kesinlikle başka bir şeydi. Dünya Kupası’nda yarı finaldeydik, inanılmaz ötesiydi bu. O an öyle önemli bir an ki futbolla uzaktan yakından alakası olmayan kişilerin bile zihninde yer etmiş durumda.
Yarı finalde bizim için bir rövanş şansı vardı. İlk maça göre daha dirençli olduğumuzu söyleyebiliriz ama öyle güçlüydüler ki her zor duruma bir çözümleri vardı. Peri masalı orada bitmiş gibi gözükse de tarihe geçmek için son bir şans daha söz konusuydu. Üçüncülük maçında bir diğer ev sahibi ve turnuvanın bir başka sürpriz ekibi Güney Kore ile karşılaşacaktık. Guus Hiddink ile oldukça dikkat çekici bir turnuva performansı gösteriyorlardı. Bunun yanında İtalya ve İspanya ile oynadıkları maçtaki hakem kararları hep tartışma konusu olmuştur ama bu tarihe geçtikleri gerçeğini değiştirmedi. Dünya Kupaları tarihinin en erken golüyle öne geçtiğimiz o maçı 3-2 kazandık. Belki hepimiz finali ve o kupayı aldığımızı hayal ettik ama turnuva öncesinde bunların olacağı tahmin edilemezdi. Türk ve dünya futbol tarihinin en özel hikayelerinden birini yazmış olmak kesinlikle çok özel.
2010- Gana
Waka-Waka, vuvuzela, Tshabalala’nın gol sevinci… 2010 Dünya Kupası futbolseverlerin gözünde kesinlikle ayrı bir yerde. Turnuvayı bu denli özel kılan girişte yazdığım şeyler kadar “underdog” takımlar oldu. Bu listede de belirttiğimiz üzere aslında çok iyi işler yapan Afrika takımları var ama belki hiçbiri ileri aşamalara gitmeye Gana kadar yaklaşamadı. Döneminin klas santrforlarından Asamoah Gyan, Ayew kardeşler, orta sahaya dinamiklik katan Sulley Muntari, Appiah, Kevin-Prince Boateng vb. isimlerden oluşan görece fena olmayan bir kadroyla kupaya gelen Gana iyi bir grup performansı sergiledi. Sırbistan’ı 1-0 yenip Avustralya ile 1-1 berabere kaldılar. Son maçlarında Almanya’ya kaybetseler de gruptan çıkmayı başarmışlardı. İkinci turdaki ABD maçı her iki tarafın da kazanabileceği bir maçtı, Gana da ABD de birçok fırsat kaçırdı. Bu tarz maçlar genellikle anlarla kazanılır ya da kaybedilir. Asamoah Gyan’ın uzatma dakikalarında kendisine gelen uzun topu iki savunmacının arasında kontrol edip harika bir vuruşla takımını öne geçirmesi de harika bir andı. Turnuvada devam eden tek Afrika takımı onlardı ve çeyrek finalde Uruguay ile oynayacaklardı. Sanırım herkesin beklediği noktadayız.
Sadece bu turnuvanın değil, Dünya Kupaları tarihinin en çarpıcı maçlarından biri oldu o maç. Gana, 45+2’de Sulley Muntari’nin uzaktan vurduğu inanılmaz şutla 1-0 öne geçti. Belki “inanılmaz” sıfatı bile o golü anlatmaya yeterli olmayabilir. Cevapsa o gol kadar güzel bir golle geldi, Forlan’ın “knuckleball” frikiği Güney Amerika temsilcisini maçta tuttu. Gana birçok şekilde öne geçebilirdi ama yapamadı, uzatmaya giden maçta penaltılara gidilmek üzereyken Luis Suarez’in o meşhur müdahelesi gerçekleşti. 120+1’de frikik kullanan Gana, bir anlık karambolle gol bulma şansı yakalamıştı. Adiyiah’ın kafa vuruşu yaptığı ve Muslera’nın yerinde olmadığı o anda Uruguay kalesini savunmak iki kişiye kalmıştı: Jorge Fucile ve Luis Suarez. Suarez, Fucile’nin azıcık arkasındaydı. Top Suarez’in hizasına geldiğindeyse yıldız santrfor kendisini yakmak pahasına o topu elle kurtardı. O an Uruguay adına bu çok büyük bir riskti ama belki de penaltılara gidilmek üzere olan bu maçta mantıklı bir risk de sayılabilirdi. Penaltı atışını yapan Asamoah Gyan topu üst direğe nişanladı. Gyan hayal kırıklığı içinde donakalırken soyunma odası tünel çıkışında maçı seyreden Suarez sevinçten çıldırmıştı. Penaltı vuruşlarındaysa Gyan bu kez kaçırmadı belki ama son iki vuruşun kaçmasıyla büyük bir fırsat tepildi. Gyan, son dakikada kaçırdığı o kritik penaltı hakkındaki duygularını şöyle açıklıyor: “Felaketti. Çılgıncaydı. Ayrıca sakindim çünkü o gecenin sabahına kadar ağladığım için uyuyamadım, bu yüzden nasıl olduysa sakindim çünkü daha fazla ağlayamadım.”
Futbolseverlerin büyük kısmının o maçta Gana’yı tuttuğuna eminim. Sonu üzücü olsa da Gana’nın o kupadaki hikayesi ve kahramanları her zaman özel kalacak. Kaderin bir cilvesi midir bilinmez ama Gana ve Uruguay, 2022 Dünya Kupası’nda aynı grupta olacaklar. Bazı maçlardan daha fazla o maçı beklediğimi söylemem gerekir. Asamoah Gyan’a bir maçlık kontrat vermek hiç de fena olmazdı.
2014-Kosta Rika
2014 Dünya Kupası kuraları çekildiğinde herkesin gözü D grubundaydı. Turnuvayı daha önce kazanmış üç takım İtalya, İngiltere ve Uruguay aynı gruptaydı. Basının ve futbolseverlerin “ölüm grubu” buydu ve A sınıf kalitedeki üç takımın yanındaki Kosta Rika’ya muhtemelen kendi taraftarları dahi şans vermiyordu. Ama daha önce de söylediğimiz üzere futbol çok garip bir oyun. Fortaleza’da Cavani’nin penaltısıyla öne geçen Uruguay, maçın geri kalanında ise Kosta Rika’nın cesur oyununa karşı koyamadı. Campbell’la başlayan resital Duarte’nin oldukça zor bir açıdan attığı kafa golüyle ve Ureña’nın zekice ve yumuşak vuruşuyla devam etti. Bu maçtan sonra takım doğal olarak dikkat çekti, herkes Keylor Navas’ın Forlan’ın şutuna yaptığı o harika kurtarışından bahsediyordu. İkinci maçları olan İtalya maçı daha fazla git gele sahne olan ve aslında İtalya’nın ciddi şanslar kaçırdığı bir maçtı. O maçı canlı izlemiştim. Campbell’ın bir kontra sonucunda rakip ceza sahasında yere düşürülmesi maçın tansiyonunu yükseltmişti, bu arada bence de penaltıydı. Birkaç dakika sonra Bryan Ruiz’in klas kafa vuruşuyla öne geçen Kosta Rika’ya hakkı teslim edilmiş gibiydi. Tabii ben de açıkçası çok sevinmiştim çünkü birçok futbolsever gibi “underdog”un yanındaydım. Sonuç olarak Prandelli ve öğrencileri Kosta Rika fırtınasını durduramadı. İngiltere ile berabere kalmasıyla resmen tarih yazdılar, birincilik geldi.
Turnuvanın büyük kısmını 5-4-1 dizilişiyle oynayan ve genelde kontra oyununu tercih eden Kosta Rika Dünya Kupası’na uygun bir oyun oynuyordu. Grubun favorisi değillerdi ve rakiplerinin topa daha fazla sahip olacağı açıktı, dolayısıyla dar kapanıp Campbell gibi hızlı ve teknik bir santrforla kontra kovalamak mantıklı bir fikirdi. Nitekim plan işe yaradı. Eleme aşamasındaysa kaderlerini penaltılar belirledi. Yunanistan’ı penaltılarla elemelerinin ardından Van Gaal’in Krul-Cillessen değişikliğiyle futbol literatürüne yeni bir şey eklediği maçta Hollanda’ya elendiler. Her ne kadar oyun kalitesi turnuva içinde iyi olsa da bazen şansın da yanınızda olması gerekir.
O Kosta Rika takımdan birçok kişi dikkat çekti, bunların başında Keylor Navas geliyor. O yaz Real Madrid’e transfer olan Navas, eflatun beyazlıların Avrupa’yı domine ettiği yıllarda kaleyi koruyan kişiydi ve performans olarak hep iyiydi. Aynı zamanda Bryan Ruiz, Joel Campbell, Christian Bolaños’un performanslarını izlemek büyük bir keyifti.