Herhalde şairlerin başına gelmiyordur böyle bir şey. Yani bir duyguyu kağıda dökme noktasına gelecek coşku düzeyine ulaştıktan sonra, “acaba o aklımdaki benzetmeyi daha önce başka bir şair yapmış mıdır?” diye düşünmeden sıralıyorlardır kelimeleri. Halbuki bir sporcuyu anlatacağınız yazıya başlarken, tekrara düşmemek için düşünmek zorundasınız işte. Bu yazarın gözünde, bundan önceki bir yazarın gözünde, bundan sonraki bir yazarın gözünde bazen tek bir imge, tek bir benzetme görülse de bunu yinelemekten alıkoymalısınız kendinizi.
Fakat mevzubahis geçtiğimiz hafta 53. yaş gününü kutlayan Dennis Bergkamp olunca Caner Eler’in o nefis yazısındaki “balet” ifadesinden daha iyisi gelmiyor zihnime. Üstelik futbolu anlayarak ve zevk alarak izlemeye başladığım ve meftunu olduğum 90’larda en parlak dönemini yaşayan ve dolayısıyla ayrı bir bağ kurduğum oyunculardan birini anlatma işine soyununca, hele o oyuncu 1988’den beri her uluslararası turnuvada desteklediğim turuncu formalılardan olunca daha da zorlaşıyor anlatabilmek.
Belki bir sanat eleştirmeninden destek alsam işim kolaylaşırdı. Bilhassa o ikonik iki golü izletip arkama yaslanır ve “hocam sanki bu biraz sizin uzmanlık alanınıza giriyor” diyerek sanat literatürünün gücüne güvenirdim. Çünkü sadece 1998 Dünya Kupası Çeyrek Finalinde Arjantin’e attığı gol ve 2 Mart 2002’de Newcastle ağlarına bıraktığı şaheser üzerine bile dört başı mamur bir sanat makalesi yazılırdı.
Böyle bir imkanım olmadığı için bildik sularda yüzerek biraz tarihi perspektifle başlayayım. Dünyanın en çok gıpta edilen altyapılarının başında gelen Ajax’ta 17 yaşında A takıma çıkışı, Hollanda’nın Avrupa futbolunun zirvesine çıktığı döneme denk geliyor fakat aynı yıllarda kulüp düzeyinde ülke futbolunun hakim gücü PSV ortalığı kasıp kavuruyordu. Genç Dennis dikkatleri çekmeye çoktan başlamış, Ajax’ta her iki maçta bir gol ortalamayla oynaması, tarzları çok farklı olsa da “van Basten’in veliahtı” benzetmelerini beraberinde getirmişti.
Bu durumda, 90’ların ve 2000’lerin yıldız potansiyellerini (Roberto Carlos, Seedorf, Pirlo gibi çok sayıda örnek) sabırsızca söndürmekte en mahir takımı Inter’in dikkatini çekip, aynı şehirdeki ezeli rakiplerinin efsaneleşen Hollandalı etkisine özenmelerine yol açması kaçınılmazdı belki de. Fakat Bergkamp ne Gullit ne de van Basten’di, çok farklı bir tarzı vardı. Ondan leblebi gibi gol atması, uçup kaçmasını bekleyen Inter camiası, ondan verim alacak bir yapı kurması gerektiği gerçeğini göz ardı edince 1993 yazında başlayan bu birliktelik beklentilerin uzağında kalıp sadece iki sezon sürebildi.
Bergkamp, örselenmiş kariyerini toparlamak adına yeni bir şans arayışıyla Arsenal’e 1995 yazında gelirken, kendini bulma sürecinde ona “el verecek” ustasıyla buluşmasına henüz bir sezon daha vardı. Astrolojiden anlamasam da bazı yıldızların belirli açılarda nadiren dizilmesinin belli bir hikmeti ve bu hikmetin de biz fanilerin hayatları üzerinde muhtelif yansımaları oluyor ya, işte herhalde Eylül 1995’te Bergkamp’ın Wenger’le buluşması da yıldızların böyle müstesna bir açıda dizildiği bir ana denk geldi. Sonra o yıldızlı göklerin yansıması, Highbury’nin çimlerinde arzı endam etti. Bu bir son değil, Premier Lig’in ve Avrupa futbolunun tarihini değiştiren ve hatta geleceğini şekillendiren yaklaşık 10 yıllık bir sürecin başlangıcıydı.
O Arsenal takımı, hala birçoğunu spor medyasından tanıdığımız benim gibi 1990’larda futbola aşık olan neslin hafızalarında tarihin en iyilerinden biri ve muhtemelen göze en hoş gelen futbolu oynayan takımı, “the Invincibles”dı. Muhtemelen büyük çoğunluğa göre de o takımın en büyük starı, elbette eşsiz bir santrfor olan Thierry Henry olsa da o takıma esas karakterini veren saha içindeki yönetmen kuşkusuz Dennis Bergkamp’tı.
Bergkamp’ın yolunun Türk futboluyla ne zaman nasıl kesiştiğine biraz bakarsak, kuşku yok ki en berrak hatıra yine bir Mayıs akşamında Kopenhag’a uzanacak. O akşam Galatasaray karşısında Hollandalı, Galatasaray’ın etkili presiyle kestiği hücum savunma bağlantısını tamir etmekte yetersiz kalınca sahada 75 dakika kalabilmiş, akabinde de kupaya uzaktan el sallamak zorunda kalmıştı.
Zaten Avrupa kupaları konusunda epey şanssız bir kariyeri oldu, bilhassa da Arsenal döneminde. Toplamda da biri Ajax’la çok gençken aldığı Kupa Galipleri ve yine kariyerinin ilk yıllarında Ajax’la ve Inter’le aldığı UEFA Kupalarından ibaret bir koleksiyon.
Ballon d’Or’u yok, Şampiyonlar Ligi yok, Premier Lig’de oynadığı 11 sezonda toplamda 100 golü bile yok. Hollanda Milli Takımında da dünya 4’üncülüğünün ötesine giden bir başarısı yok. Fakat efsaneliğinden şüphe eden de yok.
Çünkü o kuşak futbolu “metriklere” çok takılmadan, rakam saplantısı olmadan, bir sanat gösterisi izler gibi izledi. Ritimle, ahenkle, arzuyla, keyifle…
O yıllara özlemle, “ilk dokunuş” ustasına saygıyla…