“Avrupa Avrupa duy sesimizi…” tezahüratının en popüler olduğu yıllardı. Avrupa Kupası maçlarında yarı sahayı geçince heyecanlandığımız, rakip kaleye şut atınca kendimizden geçtiğimiz; mağlubiyetlerin ve elenmelerin normalleşmesine rağmen her defasında çarşamba günü atılan umut dolu manşetlerin (90’ların ikinci yarısına kadar Şampiyon Kulüpler, Kupa Galipleri ve UEFA Kupasındaki tüm maçlar çarşamba oynanırdı), perşembe sabahı yerini “iyi mücadele ettik”, “tekniğimiz iyi ama fizik güç olarak eziliyoruz” avuntularına bıraktığı ya da düpedüz suçun hakeme atıldığı yıllar…
Galatasaray’ın 1988-89’da olağanüstü bir serüvenle Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final oynaması bir gurur ve şahlanma duygusu getirse de genel havayı bozamamış, eskiye dönüş çabuk olmuştu. İşte böyle bir psikolojik arka planla 20 Ekim 1993’e gelmiştik. Havada makus talihin değiştiğini hissettiren bir koku vardı. Yıllar sonra üç takımımız üç kupada Eylül’deki maçlarda ilk turu geçmişlerdi (sadece Kocaelispor Sporting Lizbon’a elenmişti). Trabzonspor evinde Cagliari’yi konuk ederken diğer iki takımımız dev rakipleriyle deplasmanda oynayacaklardı. Galatasaray, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Old Trafford’da Manchester United karşısına çıkarken, Kupa Galipleri Kupası’nda Beşiktaş’ın rakibi Amsterdam’da Ajax’tı. İki maçın başlama saatleri birbirine yakın, şifreli kanal kavramının henüz ülkemize uğramadığı; bununla birlikte maçların reklamlarla bölünebildiği zamanlardı.
Nasıl ki zihnimiz genelde güzel anları hatırlamaya teşne, Türk halkı da o geceyi unutulmaz 3-3’lük Manchester United maçıyla hatırlıyor ağırlıklı olarak. Ümit Aktan’ın kendine has anlatımı dahi kulaklarımızdayken, aynı saatlerde Amsterdam’da deplasman golü kuralı düşünüldüğünde 2-1’lik mağlubiyetle fena olmayan bir skor elde eden Beşiktaş’tan akılda kalan ilk kez (ve muhtemelen tek) giydikleri mor formalar ve Şifo Mehmet’in golü. Madem Beşiktaş’ın yolu yaklaşık 28 yıl sonra Amsterdam’a düşüyor, o akşama dair hatıraları biraz daha berraklaştırmanın zamanıdır diye düşündüm.
Edirne’den Ötesi ve Gordon
O dönemlerde Beşiktaş, Gordon Milne ile Türkiye’de nadir görülen bir istikrar yakalayarak üç sezon üst üste şampiyon olduktan sonra, 92-93 sezonunda şampiyonluğu averajla kaptırmış ve kupa finalini de şampiyona kaybettiğinden yolu Kupa Galipleri Kupası’na düşmüştü. Değişmeyen bir iskelet, biraz katı ve tutucu bir oyun anlayışı, yetenek skalası yüksek bir kadro… Gordon’un Beşiktaş’ının birkaç öne çıkan özelliğiydi. Bir de bu takım üzerine yaratılan, bir kısmında gerçeklik payı da olan mitler vardı elbette; yabancı oyuncu seçemiyor, Avrupa kupalarında başarılı olamıyor gibi… Gordon Milne’in Avrupa Kupaları karnesine bakınca çok haksız bir çıkarım değil aslında:
Sezon | Maç | G | B | M | A | Y |
7 | 16 | 3 | 3 | 10 | 15 | 27 |
Aslında o sezon Beşiktaş, Milne yönetiminde Avrupa kupalarında ilk kez tur atlamayı başarmıştı. Kösice’yi deplasmanda 2-1 kaybettiği maçın ardından İnönü’de Metin Tekin’in golleriyle 2-0 yenerek zor da olsa elemişti. Kadro çekirdeği aynıydı ama artık yavaş yavaş değişim rüzgarları da esiyordu. Altyapıdan gelen Sergen Yalçın, gelecek vaat eden oyuncudan takımın en büyük yıldızlarından birine dönüşmüştü artık. 18’lik Oktay Derelioğlu ilk 11’e yerleşmiş, yeni transfer Alpay Özalan’ın takıma monte edilmesiyle radikal 4-4-2’ci Gordon zaman zaman o günün trendi 3-5-2’ye yakınsayan dizilişleri denemeye başlamıştı. Ulvi ve Kadir gibi emektarlar ufak ufak formaya veda ederken, Engin’li ve Bako’lu yılların ardından kale uzun zaman sonra yuvaya dönen bir başka emektar Zafer Öger’e teslim edilmişti.
Diğer tarafta ise Van Gaal, 1991-92 sezonunda geldiği Ajax’ın başında önce PSV’nin, ardından da Feyenoord’un gerisinde kalarak Eredivisie zaferine ulaşamamış, kariyerinde aldığı ilk kupa olan KNVB Cup, onu Kupa Galipleri Kupası’na taşımıştı. 40 yaşında görece genç ve idealist bir antrenördü. Futbol tarihini değiştirmesine az bir zaman kaldığını muhtemelen çok az kişi tahmin ediyordu. O akşam sahaya çıkan 11’deki Van der Sar, Blind, Frank de Boer, Ronald de Boer, Rikaard, Finidi ve Litmanen ile rövanşta oynayan Seedorf ve Overmars, sadece bir buçuk yıl sonra 1995 Mayıs’ında Şampiyonlar Ligi’ne ulaşan altın takımın asli parçalarıydı.
O Sonbahar Akşamı
20 Ekim akşamına gelindiğinde Ajax güçlüydü ama Beşiktaş umutluydu. Geride fizik olarak ezilmeden sağlam duracak, hücumda da dinamizmleriyle tempoya ayak uydurabilecek oyunculara sahiptiler. En zayıf halka olacağından şüphelenilen Zafer; üst üste kurtarışlarla havaya giriyor, 11 numaralı formasıyla ve dönemin stilini yansıtan ‘kaleci saçı tıraşıyla’ Sergen orta sahada topu her ayağına aldığında dikkat çekiyordu. Ajax evinde Beşiktaş’a belirgin bir üstünlük kuramamış, maç dengede gidiyordu. Geriden top çıkarken sağda Oktay, solda Feyyaz ok gibi fırlayıp kontra kovalıyorlardı. Yine benzer bir pozisyonda Sergen, kendi yarı alanında hafif sırtı dönük topu aldı ve hiç bekletmeden merkezden savunma derinliğine ip gibi giden şairane bir ara pası attı. Bu kez merkezde ok gibi fırlayan Şifo Mehmet, son çare kalesini terk eden ve yapabileceği müdahaleyi de aslında yapan Van der Sar’ı çalımlayıp, sağına çektiği topta stoperin yetişmesine müsaade etmeden gol vuruşunu yapıyordu.
İlk yarı bittiğinde Türkiye’deki evlerin büyük çoğunluğunda zafer havası seziliyordu. Devlere kafa tutuyor, sesimizi tüm Avrupa’ya duyuruyorduk. Van Gaal ise ikinci yarıda oyuncu değiştirmese de hücumu genişletecek, Overmars’ın yokluğunda tehdit oluşturamayan sol kanadı işletecek hamlelerle başlıyor, Ajax oyunu giderek Beşiktaş ceza sahasına doğru yıkıyordu. Finidi’nin şutunda savunmaya çarpan top tecrübe abidesi Rijkaard’ın önünde kalıyor, o da sert bir vuruşla skoru eşitliyordu. Ajax’ın bu dakikadan sonra artan coşkusuna yine set çeken Zafer olurken, 81. dakikada sol kanattan gelişen atakta bir ceza içi seken toplar silsilesi Ronald de Boer’un akıllı kafa vuruşuyla gole dönüşüyordu.
Kalan dakikalarda ise turun belki de en kritik anı yaşanmıştı. İlk yarıdaki gole çok benzer bir pozisyonda, Mehmet bu defa Rıza’nın uzun pasıyla ve hafif sağ çaprazda yine savunmanın arkasına sarkıp karşı karşıya kalıyordu. “Amokachi’nin Valencia maçında kaçırdığı gol” kadar olmasa da Beşiktaş taraftarının hafızasına kazınan ‘kaçan inanılmaz goller’ dizisine eklenecek nitelikteki bu pozisyonda Mehmet, ilk golün de getirdiği güvenle maçı anlatan Ercan Taner’in “Yalvarıyorum!” nidalarını da duymadığından kaleye sert bir vuruş yapıp Van der Sar’a takılıyor, dönen toptaki ikinci şansını da açısını kaybettiğinden değerlendiremiyordu. Halbuki solda uzak direğe hareketlenen Feyyaz’ı ya da merkezde biraz geriden gelen ama boş kaleyi karşısına alan Sergen’i görebilse, muhtemelen o gecenin skoru da 2-2 olarak tarihe kazınacaktı.
İki hafta sonra rövanş vakti gelip çattığında heyecanlı, hevesli ve güvenli Türk futbol atmosferi “deplasmanda 2-1 iyi skor” klişesine kapılıp tura inanmış bir kitleyi İnönü stadında nefis bir ortam yaratmaya itmiş, ekran başında milyonları da bu umudun etrafında toplamıştı. Fakat Beşiktaş, bu sefer karşısında Overmars’ı sahaya sürmüş ve Litmanen’i gol noktasında nasıl kullanması gerektiğini çözmüş bir Van Gaal takımı buluyordu. O formül, iki sezon sonra Bosman kuralı yüzünden dağılmasaydı Avrupa futboluna hegemonya kurabilecek efsane takımın temel nüvesini, taktik haritasını çiziyordu.
28 yıl sonra Ajax ile Beşiktaş’ın yolu köprünün altından çok sular akmışken yine Amsterdam’da bu kez bir Şampiyonlar Ligi grup maçında kesişiyor. O akşam sahada olan Sergen Yalçın, bugün Beşiktaş’ın başında ve eminim kariyerinde atacağı golleri dahi yıllar önceden defterine çizen adam 20 Ekim 1993’ü hatırlıyor. O gün Ajax’ın kalesini koruyan Van der Sar ile rövanşta oynayan Overmars ise sportif direktörlük görevini üstleniyor.
Bugünden yıllar öncesine baktığımızda Milne’in Beşiktaş’ın başındaki son Avrupa deplasmanı, Van Gaal’in efsane takımının emeklemeden yürümeye geçtiği günlerle rastlaşıp selamlaşıyor. Hayat kesişen döngülerden mi ibaret…
“Bir sonbahar akşamı rastladım size
Siyah çizgili mor formalar içindeydiniz
Karşı karşıya kalınca kalecimizle
İyi ki pas yerine vurmayı tercih ettiniz…”