Ölümünden 30 yıl geçtikten sonra bile metin olmak öyle zor ki…
Vaktiyle, spor tarihçisi bir hocamızın dersinde İstanbul’un üç büyük kulübünün geçmişlerinde yolculuk yaparken, “efsane kimdir?” sorusu gündeme gelmiş; üzerinde de keyifli ve hararetli bir tartışma cereyan etmişti. “Alex, Fenerbahçe efsanesi sayılır mı?” ya da “Bülent Korkmaz efsane midir?” gibi sorular üzerinden ilerlemiştik.
Futbolun tarihi ve felsefesi üzerine sorulan neredeyse her soru gibi net bir cevabı olmayan sorular bunlar. Elbette istatistikler, sayısız goller, gol krallıkları, şampiyonluklar hepsi bir bütünün yok sayılamayacak, görmezden gelinemeyecek parçalarını oluşturuyor; tarihe kazınıyor. Yine de ‘efsanelik’ payesine bir sertifikayla, diplomayla, ödülle vs. somut bir kriterle erişilemediğinden, bu tarihe kazıdığı ismi en parlak olanlar üzerinde bile çoğu zaman seven-sevmeyen, beğenen-beğenmeyen, hele fikir beyan edecek mecra bulmanın bu denli kolay olduğu çağımızda, farklı görüşlerini ifade edenler oluyor. Birkaç istisna hariç…
İşte bugün ölümünün 30. yıldönümünü idrak ettiğimiz Metin Oktay, bu istisnalar içinde en müstesna kahraman belki de (Primus inter pares gibi)… Bu yeri de kuşkusuz, en az futbol sahasında gösterdikleriyle tarihe kazıdığı altın harfler kadar, futbolu bıraktıktan sonraki duruşu ile şahsında simgeleştirdiği değerlerle nesilden nesle aktarılan sevgi ve saygıyla edindi.
Bu sevgi ve saygının milyonların aklında ve kalbinde oluşturduğu duygudaşlık zincirinin muazzam bir gücü var. Çünkü ancak böyle bir güç, bir Galatasaraylının sağ elini kalbine koyduğu anda kendilerini özdeşleştirdiği yegane ismi açıklayabiliyor. Üstelik büyük bir çoğunluğu hiç görmediği, izlemediği, tanışmadığı halde… Bu satırları okuyanların hatırı sayılır kısmı gibi 30 yaşın altında oldukları, yani Metin Oktay’la bu dünyada hiçbir zaman diliminde aynı anda bulunmadıkları halde…
Yalnız Adam
Metin Oktay vefat ettiğinde ben de çocuktum. O günkü haberleri, 14 Eylül 1991 tarihli gazetede gördüğüm parçalanmış arabayı ve aynı gün Galatasaray’ın siyah formayla (ilk yarısını) oynadığı Gençlerbirliği maçını hatırlıyorum o kadar. Dolayısıyla bildiklerimin, yazdıklarımın hiçbiri doğrudan kendisinden gördüklerim, duyduklarımdan değil; onun ardından yazılanlardan ve söylenenlerden ibaret.
Onun hayat hikayesi, rakiplerin transfer tekliflerini reddedişi, Galatasaray uğruna evliliğini bitirmesi, İtalya serüveni, Yeşilçam deneyimi, ağları delen golü, krallıkları, jübile maçı… Hepsi sayısız defa yazıldı, anlatıldı. Fakat onu gerçekten tanıyacağımız, iç dünyasına dokunacak kısımlar hala eksik sanki. Yine de anladığım, futbol topundan ve Galatasaray’dan başka bir şeyi olmayan yalnız bir adamdı. Yanlış anlaşılmak istemem; elbette kurduğu sağlam dostlukları, ailesiyle ilişkilerini kastetmiyorum, daha ziyade iç dünyasına dair bir sezgi benimkisi… Metin Oktay’ı bizzat kendisinden dinleyebilmeyi, okuyabilmeyi çok isterdim. Yazdığı bir kitap varmış, hiçbir yerde bulunamayan. Onun önsözünden bulabildiğim birkaç cümleyi, belki meramımı daha iyi anlatır ümidiyle paylaşıyorum:
“Biz ikimiz, çocukla oyuncağı değildik… Hikayemiz öyle başladı ama yıllar geçtikçe ‘oyun’dan müsabakaya, maçlardan şampiyonluklara yöneldi. Önce oyundu, sonra iş oldu, Birlikte çok güzel bir şey ürettik. Adı ‘gol’dü…”*
Futbol topuna bu kadar tutkun; Galatasaray’ını da asla “onu sevenleri üzmeyecek, ihanet etmeyecek kadar” seven, ona hiçbir şeyle ikame edemeyeceği kadar yoğun bir ‘vefa’ duygusuyla bağlanan bir adam. Zaten onun bugüne kadar gelen ve Galatasaray var oldukça geleceğe doğru uzanan hikayesinin temelinde de bu emsalsiz sevgi var. Galatasaray’ın bir “his takımı” olduğunu şahsında cisimleştiren bir kahraman. Belki de bu yüzden elini kalbine götüren her Galatasaraylı, şayet bunu samimiyetle yapıyorsa elbette, Galatasaray’ı “Metin Oktay kadar sevebilmeyi” diliyor.
Her sezonun bir Gol Kralı var. Her camianın “Kral” payesini verdiği sayısız isim var. Fakat “Taçsız Kral” dendiğinde herkesin zihninde canlanan tek bir isim var. Metin Oktay tarihe de, başta Galatasaraylılar olmak üzere bu halkın gönlüne de “Taçsız Kral” olarak girdi.
Taçsız olarak kaldı ama o gönüllerin en müstesna köşesinde tahtını buldu.
Ortaçgil’in dediği gibi, “Belki de en güzeli böyle…”
*: Oktay Metin, Top ve Ben, 1994.