Ruud Gullit: Kahraman, Efsane, İkon

Yazar: Şezlong Yorumcusu

Bu kişisel bir hikâye, fakat başkişisi ben değilim. Futbol tarihinin en müstesna dönemlerinden birinde, en dominant ve görkemli takımlarında oynamış, en ikonik karakterlerinden biri var başrolde… Geçtiğimiz günlerde 60. yaşını kutlayan Hollandalı efsane Ruud Gullit…

Onun hikayesi Surinam bağlantılı olarak Amsterdam’da başlıyor. Amsterdam’da başlayan bir futbol hikayesinin doğal akışının tahmin edilebilecek neticesinin aksine Ajax’a hiç yolu düşmeden, sokak futbolu kültürüyle yoğrulup,16 yaşında o gün için “lig tarihinin en genç futbolcusu” rekoru kırarak Haarlem formasıyla Eredivisie kariyerine adım atıyor. Sonrasında biri alt ligde olmak üzere üç sezon ve bilhassa 1981-82’de attığı 14 gol ona Feyenoord’un kapılarını açıyor.

Feyenoord, 20 yaşındaki Gullit’e iyi geliyor. Artık milli takımdaki yerini sağlamlaştırmış, şampiyonluğa oynayan bir takımın en parlak ve vazgeçilmez parçalarından biri haline gelmiş, fiziğini giderek güçlendiren, oyununu çeşitlendirerek giderek bir makineye dönüşen bir oyuncu profiline bürünüyor. Bir futbolcu için fark yaratacak şekilde, 1.91 boyuna rağmen hantal olmayan yapısı, teknik ve kuvveti önceden pek de emsali görülmemiş biçimde birleştiren stiliyle o bir yıldız artık. 1983-84 sezonunda kariyerinin ilkbaharını yaşayan o genç adam, sadece o sezonluğuna, hatta “bir inat uğruna” yolunu Rotterdam’a düşüren Hollanda futbol tarihinin en büyük efsanesi, kariyerinin sonbaharındaki Johan Cruyff’la kurduğu kader ortaklığıyla 10 yıl sonra gelen şampiyonluğun mimarları arasında yerini alıyor. Yıllar sonra bizzat Cruyff tarafından o günlerden,  “Hollanda futbolundaki tacımı Gullit’e bıraktım” minvalindeki sözlerle bahsedilen, sessiz sedasız bir devir-teslim töreni yaşanıyor.

Sonraki durak Avrupa futbolunda Hiddink’in elinde biyonik bir canavara dönüşeceği henüz bilinmeyen PSV. Hollanda futbolunun en pahalı oyuncusu titrini edinerek gerçekleşen bir transfer sonrası üst üste iki sezon gelen şampiyonluklar… Yerini iyice sağlamlaştırdığı milli takımla, 1986 Dünya Kupasına katılmayı son anda şanssız biçimde kaçırmasına rağmen giderek dünya futbolunun vitrininde yerini almaya başlayan, liderlik özellikleriyle temayüz etmiş komple bir lider o artık. Hollanda’ya sığamaz hale geldiğinde, adeta “Total Futbol’un ifa edilmesi için”  yaratılmış o ideal sistem oyuncusu, belki de en çok kendisine yakışacak olan kırmızı-siyahlı 10 numarayı Arrigo Sacchi’nin takımında sırtına geçiriyor. Platini’nin Juventus’la sahneden çekildiği o ilk sezon (1987-88), ayağının tozuyla gelip Maradona’lı Napoli önünde Serie A şampiyonluğuna uzanıyor. Kahramanlık yılları, o yıllara tekabül ediyor işte…

Bu bir kahramanlık hikayesi, fakat kahramanı ben değilim. Küçük bir çocuğun kahramanı var sahnede. Bu satırların yazarının içine futbol aşkını düşüren meleklerin yeryüzünde seçtikleri bir temsilci sanki o, rüzgarda uzayan saçları kanatlar gibi. Bu güzel oyunun kendisine dair ne varsa o tüplü küçük ekrana bir dünyayı sığdırırcasına sığdırıp, büyülüyor.

Yıl 1988, aylardan Haziran, yer Yalova. 6 yaşını doldurmasına az kalmış o yaz bitince okula başlayacak bir çocuğun gözü normalde de çok sevdiği 55 ekran televizyona takılı kalmış. Sahada büyüleyici turuncu formalı bir takımla beyaz formalı bir takımın maçını izliyor. Beyaz takımın ismi uzun, kısaltması garip. Turuncu takım daha aşina, daha renkli, daha heyecan verici. Orada uzun rasta saçlı bir adam var. 10 numara giyiyor, koştu mu dünyayı peşinden sürüklüyor. Zımba gibi bir kafayla perdeyi açıyor, sonra da tarihin en güzel gollerinden biriyle defter kapanıyor (Çok az gol gördüğü için çocuk o an o golün nasıl olağanüstü bir gol olduğunu anlayamıyor elbette). Sonra gökyüzüne ellerini mutlulukla açan beyaz saçlı bir adam ve yine uzun saçlı 10 numaranın ellerinde yükselen kupa.

Aşk orada başlıyor, düşüyor yüreğe. Sonra düzenli izleniyor, okuma yazma öğrenildikçe Milliyet’in arka sayfası yavaş yavaş hatmediliyor. Tüm Türkiye o sonbahardan itibaren Galatasaray’ın Avrupa zaferlerini konuşuyor, çocuk da önceki sene şampiyonluk kutlamalarında ne olduğunu da çok anlamadan seçmiş zaten Galatasaray’ı, daha da gururlanıyor. İlk diyorlar, yarı final diyorlar. 5 Nisan 1989… O gün, baharın karşılandığı bir akşamüzeri 4 gollük mağlubiyet keyifleri kaçırıyor ama futbol adına esas hikaye akşam. Milan modern futbol tarihinin en görkemli performanslarından biriyle Real Madrid’i 5’lerken bu sefer kışlık evin televizyon ekranından o tanıdığı ismi duyuyor çocuk. Saçlar aynı, izlenen performansın büyüleyiciliği aynı, kahramanın sırtında yine 10 numara. Bu sefer kırmızı-siyah çubuklu…

Artık bu oyuna meftun olmuş o çocuk, ilk kahramanının peşinden bağlanıyor futbola… 1990 Dünya Kupası öncesinde tüm kadrolar, tüm geçmiş hikâyeler ezberlenirken akıllarda gerçekleşmeyecek tek bir anın hayali. 10 numara, turuncu formasıyla bu kez Dünya Kupası’nı havaya kaldırmayı başarıyor. O gün bu gündür en çok onun hatırına tüm büyük turnuvalarda o çocuğun kalbinde turuncu forma. Artık Gullit o takımda olsa da olmasa da.

Bu bir efsanenin hikayesi, fakat elbette ki ben efsane falan değilim. Yine de tevazuya gerek yok; hem 1988 Hollanda’yı, hem Sacchi’nin Milan’ını canlı izleme imkanı bulan o “efsane nesil” var ya, işte onların içinde, onlardan birisiyim.

“Bugün oynasa değeri 100 milyonu aşardı” klişesinin belki de en çok uyacağı oyunculardan biriydi Gullit. Futbolda saf teknikten fizik gücün ağırlık kazanacağı bir safhaya geçişin yaşandığı bir dönemin sembol futbolcusuydu. Sanki 10 yıl ilerden gelmiş, aynı zamanda da saha içinde geçmişi hatırlatmak üzere görevlendirilmişti. Versatil kelimesinin sözlük anlamı, total futbolu tahayyül eden beyinlerin düşlerini ayaklarının ucunda sahaya taşıyabilen bir sanatçı… Hiçbir zaman dünyanın en iyi 10 numarası, sağ-sol açığı, orta sahası veya golcüsü olarak anılmadı çünkü bunların hepsi birden ona aitti. Çocukluk kahramanı olarak değil, yıllar sonra kafa yorarak analiz etmek için maçlarını izlediğimde de hayranlığımın arttığı, kuvvet, teknik ve süratin muhteşem bir birleşimini her defasında sahada sergileyen bir adamdı.

Bu yüzden dönemin efsane takımlarına en çok o yakıştı. Ne Michels’in Hollandası, ne Sacchi’nin Milan’ı Gullit olmadan böyle fiyakalı performanslar verebilirdi. 30 yaşına gelmeden sonlandırdığı kariyeriyle tüm futbolseverlerin içinde ukte bırakan van Basten belki yine kuğu gibi stiliyle akıllarda kalan bir santrfor olurdu ama Gullit gibi bir lider ve kazanma makinesi olmadan koleksiyonu daha mütevazı bir hal alırdı muhakkak.

Liderlik özelliği 90’ların ortalarında Milan sonrası İtalya kariyerinde elit seviyede kalmasını sağladığı Sampdoria’da ve oyununu dönüştürmeyi bilip, pasörlüğünü öne çıkaran bir anlayışla libero gömleğini de başarıyla üzerine geçirdiği Chelsea’de gösterdi. Abramovich öncesi dönemde oyuncu-antrenörlük deneyiminde FA Cup’ı kazandırdığı (FA Cup’ı alan Ada dışındaki ilk teknik direktör) ve elitler arasına şöyle bir kafasını uzatmasına ön ayak olduğu Chelsea’de aktif futbolculuk hayatının sonrasına dair umut vaat eden bir hikayenin ilk sayfalarını yazarken, o hikayenin devamı hiç beklendiği gibi gelmedi. O yıllarda ayrıca başına buyruk tavrı, milli takım kariyerinin kısa sürmesine, tam onun gibi ikonik bir karakterin çok yakışacağı ABD’deki 1994 Dünya Kupasına gidememesine yol açtı.

Yolu bu topraklara çok sık düşmedi. Yine de milli takım kariyerindeki son golünü çok soğuk bir Aralık akşamı 1992 yılında 1994 Dünya Kupası eleme maçında İnönü’de 3-1’lik kazandıkları maçta atması, kariyerinin özel bir sayfasında Türkiye adını görmemizi sağladı. Bir de Adnan Polat’ın futbolun başında olduğu 1994-95 sezonunda, Sampdoria sonrası Galatasaray’a transfer ihtimalinin ortaya çıkması var ki gelse neler olacağını düşünmek dahi içimde hala büyük bir heyecan dalgası…

Hala tam olarak sözcüklerle anlamını tarif edemediğim “fuleli adım” kalıbının, onun topu önüne katıp savrulan saçlarıyla sahadaki sözlük karşılığını gösterirdi izleyenlere. Zaten o saçlar alametifarikası, onun ikonik bir futbolcu haline getiren özelliklerin şahıydı. Biraz palazlanan uzun saçlı futbolculara “yeni Gullit” dendiği gibi, kendi döneminin en büyük yeteneklerinden biri olsa da sırf sarı kıvırcık saçlı imajından dolayı Kolombiyalı Valderamma dahi “sarı Gullit” olarak tanınmıştı. Magazin basınında bile bazı kıvırcık saçlı mankenlere Gullit benzetmesinin yapıldığını hatırlarım erken 90’ların Türkiye’sinde.

 

Yaşasın bu satırları okuyan herkesin içine ayrı ayrı spor aşkını düşüren kahramanlar!

 

Yaşasın efsaneler!

 

Yaşasın Gullit!

Bu yazılar da hoşunuza gidebilir

Yorum Yap