Sesler insan hafızasının nadide parçalarıdır; gözümüzü kapattığımızda tarif edemesek de zihnimizde adını koyamadığımız çekmeceleri açtırırlar. Görsel hafızanın aksine, bir fotoğraf karesine sığacak kadar belli somut anları değil, belki bir zaman akışıyla ifade edilebilecek süreçleri temsil ederler. Büyürken, yaş alırken sesler bizim yolculuğumuza eşlik eder, belli dönemlere hâkim olur, belli hallerimizle, belli kahramanlarımızla özdeşleşirler. Bu durumu, kendi hayatımızda tanıdığımız insanlar haricindekilerde daha belirgin hissederiz, çünkü onlarla paylaştığımız ortak “anımız” olmasa da bize kendi hafızalarımızın derinliklerinden “seslenirler”.
Elbette bunu en çok bir şarkıyı dinlediğimizde onu icra eden sanatçının sesiyle içinize işleyen dokunuşuyla veya beyaz perdede duyduğumuz bir repliği onu telaffuz eden aktörün/aktrisin sesiyle benliğinize kazımamızla anlayabiliriz. Ya da bir golün görüntüsünü çoğunlukla hafızamızda o heyecanı bize yaşatan spikerin sesinden ayrı tutamamamızla…
Bu his popüler kültür kavramına aşina olan bütün nesiller için az çok geçerli olsa da, sanırım tek kanaldan çok kanala geçişle de internetle de tanışılan 90’larda çocukluğunu veya ilk gençliğini yaşayan bizim kuşak için biraz daha çok şey ifade ediyordur. Buradan yakın zamanda kaybettiğimiz bazı çok değerli isimlere bağlanmak, hem onları rahmetle anmaya hem de meramımı daha iyi anlatmama vesile olacak. Çünkü bizim için Slyvester Stallone Sezai Aydın’dır; Tom Cruise da Sungun Babacan. İftar sonrası duayı Nur Subaşı okur; Naim Süleymanoğlu dünya rekorunu Hüseyin Başaran’ın sesiyle kırar ve Eurovision’da komşu ülkeler “her zaman olduğu” gibi birbirlerine 12 puanı Bülent Özveren’in sesiyle verir.
25 Ekim günü kaybettiğimiz Halit Kıvanç’ın sesinin eşlik ettiği onca kuşak, Türk toplumunun kolektif hafızasına nakışlı sayısız hatıra var. Muadili olmayan, eşsiz bir isim. Duayen, büyük usta, hocaların hocası gibi klişe tabirlere başvurmadan anlatmak gerekiyor Halit Kıvanç’ı… Çünkü Türkiye’de henüz televizyon yayıncılığı yokken başlayan kariyerinde muhabirlik, muharrirlik, röportajcılık, spikerlik, sunuculuk, şov adamlığı gibi birçok farklı alanda faal olup, bunların hepsinde özgün bir tarz ortaya koyarak zirveye ulaşmak çok az insanın başarabileceği bir ayrıcalık. Bu yüzden hayatını anlattığı nehir söyleşi kitabının adının “Bir Koltukta Kaç Karpuz” olması da tesadüf değil.
Şu ana kadar zaten anlaşılmıştır ama ben yine de açıklık getireyim. Bu bir vefat sonrası biyografi (obituary) yazısı değil. Halit Kıvanç’ın böyle bir yazıya sığmayacak kadar parlak ve dolu özgeçmişini anlatmaya çalışmak zaten benim haddime de pek düşmez. Bu sadece radyo yıllarında dinleyicisine ve televizyon döneminde izleyicisine her daim sevgisini ve saygısını hissettiren bir abideye kişisel bir sevgi ve saygı duruşu…
Sevgi ve saygı bahsi önemli, zira Halit Kıvanç’ı dinlediğinizde bir an bile onun bunu sadece sıradan “iş” olarak gördüğünü hissetmezdiniz. İşine büyük bir aşkla bağlı olduğunu her daim belli eden, kibirden de yapmacıklıktan da uzak, 20’li yaşların öğrenme hevesini, 80’li hatta 90’lı yaşlarının engin tecrübesiyle harmanlayan bir efsane…
Heyecan…
Böyle müstesna insanları tek sözcükle tanımlamaya çalışmak çoğunlukla yanıltıcı veya beyhude bir çaba gibi gelebilir. Fakat Halit Kıvanç’ı en iyi anlatacak sözcüğü düşünme gayreti, onun etrafına yaydığı enerjiyi anlayabilmek için doğru yolda olduğumu hissettirdi bana. Sonunda o sözcüğün “heyecan” olabileceğine kanaat getirdim. Çünkü onda, Dünya Kupası tarihiyle özdeşleşen maç spikerliğinden yıllarca yüzü olduğu uluslararası 23 Nisan şenliklerine, nostalji sohbetlerinin en verimli malzemelerinden biri olan 80’lerin yılbaşı programlarından sadece onun izlenir kılabildiği “nerede o eski bayramlar” tadındaki programlara, Bir Başka Gece’deki “Hadi Anlat Bakalım”dan herhangi bir spor yayınına kadar ne sunarsa sunsun, ne anlatırsa anlatsın, işindeki o ustalığını, sahne hakimiyetini, beyefendiliğini, zarafetini, müthiş diksiyonunu, dinleyicisine/izleyicisine sevgi ve saygısını hissettiren bir sıcaklık vardı. Sohbetini çok sevdiğiniz, evinizde hep ağırlamak isteyeceğiniz, ortamı şenlendiren, bulutları dağıtan bir dostun sesi vardı. Bütün bunların temelinde de ekranda göründüğü, ağzından herhangi bir sözcüğün çıktığı ilk andan yayını kapatana kadar devam eden, dozunu ayarlamakta olağanüstü mahir olduğu heyecanının izleri vardı.
Zaten o heyecan ve tutkuyla “zehirlenmiş” olmasa böyle ışıltılı bir kariyerin peşinde koşmazdı. 1958 İsveç Dünya Kupasında bir tesadüf sonucu (kendi sesinden dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim) dünya futbolunun efsanesi olacak Pele’yle, 17 yaşında tanınmamış bir genç yetenek iken dünya basınında röportaj yapan ilk gazeteci olamazdı. Çünkü Pele’yle röportaj yapan 31 yaşındaki “çırak” Halit için de 1988 yılında 23 Nisan yayınında efsane oyuncu Audrey Hepburn’ü ağırlayan 63 yaşındaki “usta” Halit için de işine duyduğu heyecan bakımından bir fark yoktu.
Nitekim çok farklı mecralarda üstlendiği tüm işlere dört elle sarılmasını ve hepsinden alnının akıyla çıkmasını da bu heyecana, coşkuya ve öğrenme hevesine borçluydu büyük ölçüde. Çünkü kendisinden sonra gelenlerin ustası ya da hocası olmaktan ziyade, kibirden uzak muazzam bir tevazu içinde onların “Halit Ağabeyi” olmayı seçti her zaman. Kendi öğretecekleri kadar onlardan öğrenecekleri olduğunun bilinciyle ve bundan çok daha fazla heyecan duyarak…
Bu dünyadan bir Halit Kıvanç geçti. Sesiyle bu toplumun kolektif hafızasına eşlik edip, anılarla güzelleştirdi. Gözündeki pırıltıyı gördük, sesindeki coşkuyu duyduk. Sevgiyle, saygıyla anıyoruz. Onu örnek alıp, işimize ondan ilham aldığımız gibi heyecanla sarılıyoruz. Çünkü “dünyayı güzellik kurtaracak”…