I will hurt you for this. A day will come when you think you are safe and happy, and your joy will turn to ashes in your mouth. And you will know the debt is paid. *
-Tyrion Lannister
Volante Dergi bünyesinde sporda önemli olduğunu düşündüğümüz kişiler ve olaylara dair yazılarla okuyucularımızla buluşuyoruz. Ben de sporcularla ilgili yazarken, o sporcunun hangi yönüne odaklansam diye düşünmekten yazıya başlamayı geciktiriyorum. Erteleme için bulduğum binlerce bahaneyi de katarsak bu süreç oldukça uzun olabiliyor. Ancak, kişisel bir bağ kurduğum Rivaldo gibi karakterleri yazarken bakış açım net oluyor: O sporcunun kariyerine paralel olarak bana hissettirdiklerini size aktarmak. Benzer duyguları paylaştığım kişilerle ortak noktada buluşmak, anlatma motivasyonu için yeterli bir kaynak haline geliyor. İşte, o sporculardan biriyle daha karşınızdayım: Novak Djokovic.
Sporda “GOAT” (greatest of all time/gelmiş geçmiş en iyi) tartışması, sürekli gündeme geliyor. Bu tartışma, bireysel sporlarda karşılıklı maç sonuçları ve genel skorlara bakıldığında üstüne konuşabileceğimiz hale bürünüyor. İstatistiksel olarak dikkate alınan konularda, hangi verinin ele alınacağı başlı başına bir metodolojik çıkmaza girebiliyor. Tenisi ele alırsak; sadece Grand Slam şampiyonluklarına mı bakmalı? Genel olarak alınan kupa sayısına mı odaklanmalı? Olimpiyatlarda alınan sonuçları nereye koyacağız? Kort tiplerinin değişmesinin etkilerini konuşmalı mıyız? Peki, karşılıklı elde edilen sonuçlar? Ya da dönemsel olarak oynanan tenisteki dönüşüm? Bazı kort tiplerinde baskın olan karakterin diğer kortlarda o kadar başarılı olamaması bir etken midir? Bu tür binlerce soru işin içine girdikçe iş, istatistikten çıkıp kaçınılmaz olarak daha yoruma dayalı hale geliyor. Bu da elbette öznelliğe ve kaçınılmaz olarak sporcunun bizde yarattığı etkiye bağlanıyor. Yani, “benim için GOAT bu kişi” diyen birine diyeceğimiz bir şey kalmıyor.
Bence, bir sporun herhangi bir döneminde elit seviyede rekabet edebilmiş herkes GOAT tartışmalarında yer alabilir. Djokovic de bu tartışmada GOAT olarak öne sürdüğüm isim. İstatistiksel olarak da bu tablo, pek çok şeyi açıklıyor:
Çoğu istatistikte zirvede yer alan, hemen hemen hepsinde ilk sıralarda kendine yer bulan Novak’ın bana en çok hitap eden yönü ise pek çok anlatıda “Simurg” ya da “Zümrüdüanka” gibi farklı isimlerle yer alan efsane kuş gibi olması; her düştüğünde kalkmayı başarabilmesi ve kalktığında çoğunlukla daha güçlü olması. “Küllerinden doğma” olarak özetleyeceğim bu tavır; özellikle Roland Garros öncesi Djokovic’in en çok yardım alacağı özelliği olacak.
Bu özellik, genel olarak “mental güç” olarak nitelendirebileceğimiz konunun da önemli bir parçası. Fiziksel ve teknik olarak zaten oldukça talepkâr olan tenisin ayrılmaz bir parçası da bu. Farklı hava koşulları, ayrı tip zeminler, sürekli yolculuk, maddi zorluklar, devamlı yenilmeyle baş etmek… Ki bu son kısmı, yakın bir zamanda Nick Kyrgios da vurgulamıştı. Takım sporlarından farklı olarak bireysel sporlardaki “yenildiğin anda dışardasın” gerçeği, her yıl onlarca yenilgiyi getiriyor. Tabii Kyrgios’a göre çok daha az yenilen Djokovic’i bekleyen tehlike ise tam olarak bu oluyor; büyük beklentiyle mücadele etmek… Kendi seyircisi önünde son Sırbistan Açık’ta finalde kaybetmek, Madrid Açık’ta daha 19’undaki Carlos Alcaraz’a maç vermek, Volante Almanak’ta da yazdığım gibi 3 Grand Slam almışken ve önünde Golden Grand Slam, olmadı Takvim Grand Slam yapma şansı varken ikisini de kazanamamak… Toplam yedi yılı ATP sıralamasında 1 numara bitiren bir sporcu için bile bu yenilgiler oldukça olağan.
Kariyerlerinin başından itibaren istisnasız her tenisçinin spor yaşamı aslında yenilgiler, sakatlıklar ve hayal kırıklıklarıyla dolu. Bunların üzerine bir de pandemi süreci ve Djokovic’in “aşı mücadelesi” eklendi. Elit bir sporcuyla biz fanilerin bedeni aynı olmasa da aşısızlık tercihiyle Djokovic’in hata yaptığını düşünenlerdenim. Kendi bedeni, kendi özgürlüğü, kendi kariyerini riske attı… Bunların hepsi doğru ama Avustralya Açık başta olmak üzere birçok turnuvaya katılamaması, kısıtlamalar yüzünden sadece 17 maç oynayabilmesi ve Grand Slam sayısında Rafael Nadal’ın gerisine düşmesi… Bunlar tabii ki beni üzdü fakat hayal kırıklığı yaratan kısım, ne kadar tartışmalar olsa da, tek etkin yöntem olan aşılanmadan ısrarla kaçınması ve mental gücüne hayran olduğum bir kişinin mantıksızca davranması oldu. Kendince bir mantık oturttuğu aşikâr fakat kısıtlamalar devam etseydi, yaşını düşünürsek, kariyerini bitirmek zorunda kalabilirdi. Şansına bu süreç 1 Grand Slam’le geçti ve Roma Açık’ta şampiyon olarak güç topladığını gösterdi.
Bir Grand Slam’de en karşılaşmak istemeyeceğiniz sporcu olmasında her açıdan mükemmeli bulmuş olması büyük etken. Ona karşı ilk seti kazanabilirsiniz, ikincisini de. Maç puanı bulabilirsiniz, servisini kırabilirsiniz. Ancak sahadan galip olarak ayrılmak için bunlardan çok daha fazlası gerekecek. Bir kere “kafanıza girdikten” sonra artık üstünlük Djokovic’e geçiyor; setlerde üstün olmasa bile artık maçın hakimiyeti onda. Korkuyu ve ufacık vazgeçmeyi hissettiği anda bir buldozer gibi rakibinin üstünden geçen bir oyun bu. Geçen Roland Garros’ta Nadal ve Stefanos Tsitsipas karşısında yaptığı geri dönüşlerle şampiyonluğu hala hafızamızda. Bu o kadar sık olmaya başladı ki, çeşitli nedenlerle maça geride başlamaya uğraştığını bile düşündürüyor.
Maç içinde bir çığlık, seyirciyle oluşan bir gerginlik, uzayan bir rallinin kazanılması… Maç içindeki bu anlardan inanılmaz bir motivasyon devşiren Novak; Michael Jordan, Cristiano Ronaldo gibi spor efsanelerinin “içgüdü”süne sahip. Bu elbette mental güçle birleşip seyirciyi büyük bir çıkmaza, rakibi dehşete sürüklüyor; “bu adamı nasıl etki altına alacağız?” Yuhaladıkça Bruce Banner’dan Hulk’a dönüşen birine nasıl tepki verilir? “Aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey!” tavrıyla yaklaşılsa, bu sefer kendisi seyirciyi kızdırmaya çalışarak sabredilmesi güç bir insana dönüşüyor. Üstelik bu, rakip tenisçi için de büyük bir sorun; aldığı sayılarla coşsa uyuyan devi uyandırır, sevinmese kendini motive etmekte zorlanır… Pek çok tenisçinin, Novak’a karşı kendisini destekleyen seyirciye içten içe “yapmayın lütfen” dediğini düşünüyorum.
Bu durumun pek çok örneğini görmüş olsak da benim için en ikonikleri Roger Federer’e karşı olan 2011 Amerika Açık, 2019 Wimbledon maçları ile geçen sene Nadal’a karşı oynadığı yarı final maçı. Seyirci rakibini desteklerken, kaybetmeye de çok yakınken hepsini kazanarak izleyenleri dumura uğrattı. Mental gücünün tek istisnası, geçen seneki Amerika Açık finali oldu. Olimpiyatlardaki kriz sonrası Golden Grand Slam yapma ihtimalini kaybeden Djokovic’in Takvim Grand Slam hayalleri de Daniil Medvedev karşısında son buldu. Bütün sezonun ve olimpiyatların yükü artık bir tükenişe yol açmıştı, seyirci onu destekliyordu ve karşısında bundan beslenen “Baby Djokovic” Medvedev vardı. Yıllar sonra ilk defa sahada kalamayan ve molada ağlama krizine giren bir “insan” vardı; hiçbir şeyden etkilenmeyen duygusuz bir robot değil. Kahramanları çekici yapan kusurlarıdır; kaybı can acıtıcı olsa da kortta yaşadığı duygu boşalması, ona daha yakın hissetmemi sağladı. Kaybetmenin ve bunu kabullenmenin verdiği rahatlık, bazen ayağa kalkmanın ve yeniden başlamanın anahtarıdır.
Djokovic’in mental gücüyle ilgili çok daha fazla örnek var elbette; göstergelerden en kıymetlisinin kariyerindeki sıçrama olduğunu düşünüyorum. Kariyerinin başlarında maçlarda yaşadığı tükenişlerin çoğunlukla gluten içerikli beslenme sebebiyle olduğunun ortaya çıkmasıyla beslenme düzenini tamamen değiştiren Sırp raket, asıl patlamasını da bu düzenin getirdiği güçle yaptı. İlk Grand Slam zaferini 2008’te Avustralya Açık’ta yaşadı. 2011’e kadar herhangi bir Grand Slam kazanamayan Djokovic, beslenme düzenindeki değişiklik ve mental gücündeki artışla 2011’de 3 Grand Slam zaferi birden yaşadı. Bunu 2015’te tekrarlayan Novak; aralarda kazandıklarıyla 12 Grand Slam aldı. 2016’yı boş geçip 2017 yılında Nadal’ın 2, Federer’in ise 7 kupa arkasındaydı. 30 yaşındaydı, “Next Gen” geliyordu ve zaman aleyhine işliyordu. Ancak Djokovic, 30 yaşından itibaren beş sezonda tam 8 Grand Slam aldı ve Grand Slam sayılarını eşitleyerek 2021’i kapattı.
Bu sene hem kendisinin hem de Federer’in olmadığı Avustralya Açık’ı kazanarak öne geçen Nadal’a karşı onun kalesi olan Roland Garros’tan başlayarak tekrar bir ava çıkan 35 yaşındaki raket; Next Gen’in yanında “Next Gen+” olan Alcaraz gibi oyunculara karşı da mücadele edecek. Djokovic, formunu yavaş yavaş yükseltirken mental açıdan herkesin fersah fersah önünde duruyor. Bu açıdan ona yaklaşan sadece Medvedev var, o da toprak korttan nefret ediyor.
Son iki senede yaşadığı bütün iniş çıkışlar, turnuvalara katılım engelleri ve tükenişler sonucunda Djokovic, dünyaya meydan okumaya tekrar hazır. Kortta kendi kendine engel çıkartmazsa, fiziksel ve teknik açıdan ulaştığı kusursuzluk seviyesine eklediği mental gücüyle Roland Garros’u ateşe vermeye hazırlanıyor.**
*”Bunun için sana zarar vereceğim. Güvende ve mutlu olduğunu düşündüğün bir gün gelecek ve sevinciniz ağzınızda küle dönüşecek. Ve borcun ödendiğini bileceksin.”
**Volante Dergi ekibi olarak kimi övsek hüsrana uğradı ki o konudaki en büyük eserimiz budur, umarım bu lanet bir seferlik devre dışı kalır…