Atanmış cinsiyetin, toplumsal cinsiyet normuna dönüşümünün en bariz görüldüğü, dahası toplumsal cinsiyet normlarının yeniden üretildiği alanlardan biri spordur. Bu normların esas ilgi alanının kadınlar olduğu ise bir o kadar açıktır. Kadının fiziksel performans açısından erkeklerden geride olduğu düşüncesi ile özellikle batının tasvir ettiği “estetik kadın bedeni” algısının bir araya gelmesi, kadın sporcuların sergilediği yüksek performanslardan ve/veya kaslı “erkeksi” görünümlerinden dolayı onların “kadınlık”larının sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.
Eril bakış açısıyla kategorize edildiği biçimiyle kadınlara uygun görülmeyen sporlarla ilgilenen kadınların, gündelik yaşamda “erkek Fatma” veya erkekleşme vurgusuyla altında lezbiyen olarak nitelendirilmesi onları eril standartlarca “normal olmayan” etiketine maruz bırakmaktadır. Bu durumun profesyonel spor hayatına yansıması ise duygusal, bedensel ve psikolojik olumsuz etkileri katlanarak kadın sporcuların cinsiyet doğrulama testlerine maruz kalmaları şeklinde olmuştur.
İlk olarak 1950 yılında Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği’nce kadın sporcular için zorunlu cinsiyet testi uygulamaları başlatılmıştı. Takiben Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki başarılı kadın sporcuların aslında erkek olduğuna dair oluşan şüphelerle kadın sporculara yönelik cinsiyet testleri yaygınlık kazanmıştır. Nitekim Soğuk Savaş döneminde savaşın bir cephesi haline gelen spor alanında üstün başarı elde etmek isteyen Doğu Bloku’nun kadınlar kategorisinde erkek sporcuları yarıştırdığı iddiası mevcuttu. Bunun üzerine 1960 yılı itibarıyla Olimpiyat Oyunları’nda da cinsiyet doğrulama testleri uygulanmaya başlanmıştır. FIFA da benzer biçimde 2015 yılında dahi Kadınlar Dünya Kupası öncesi oyuncuların kadın olduklarının belgelenmesini istemiştir. 2021 yılında da Kadınlar Asya Kupası’nda Ürdün – İran maçında İran takımının kalecisinin kadın kılığına girmiş erkek olduğu iddia edilmiş ve bu yönde Ürdün Futbol Federasyonu FIFA’ya şikayette bulunmuş, İran Milli Takımı sporcusunun cinsiyetinin doğrulanmasını istemiştir. Kimi haber kaynaklarına göre sporcunun kadın olduğu doğrulanmıştır.
Testin amacının kadınlara adil bir yarışma ortamı sunmak ve erkeklerin kadın kılığında yarışmasının engellenmesi olduğu ifade edilmektedir. Erkeklerin kadın kılığına girerek kadın kategorisinde elde ettiği başarının başlı başına hem sporcular hem spor yönetimi hem de ulusal düzeyde bir etik sorunu olduğunu belirtmekle beraber, kadın sporculara yönelik cinsiyet sorgusunun da kişilik haklarının ihlali ve bununla bağlı olarak maruz kaldıkları sosyal yargılamalar ve baskılar itibarıyla yaşatılan travmalar bağlamında etik dışı olduğunun altı çizilmelidir.
Başlangıçta fiziksel muayene yoluyla gerçekleştirilen cinsiyet doğrulama testleri yerini önce kromozom testine daha sonra ise hormon testine bırakmıştır. Kadın sporcular, sergiledikleri başarılı performansla dikkat çektikten sonra eğer varsa sahip oldukları “erkeksi” görünüm ile şüphe çekmekte ve bu durum karşısında “diğer kadın sporculara haksızlık olmaması adına” çıplak fiziksel muayeneden geçmek zorunda kalmışlardır. Sonrasında bahsi geçen kadın sporculara kromozom testi uygulanmaya başlanmıştır. 1992 yılında ise Uluslararası Amatör Spor Federasyonu tarafından insan haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır.
Kadın sporculara yönelik hormon testi ise uygulanmaya devam etmiştir. 1992 yılında Barcelona Olimpiyat Oyunları öncesi, yarışmadan birkaç ay önce doğum yaptığı bilinen yelken sporcusu Michele Auxon’dan “kadınlığının ispatı”nın istenmesi bu örneklerden biridir. 1999 Dünya Veteran Spor Oyunlarında 100 metre rekoru kıran kadın sporcu Kathy Jaegar’a, gösterdiği başarılı performansın ardından rakiplerinin talebi üzerine cinsiyet testi uygulanmıştır. 2009 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda ise 800 metrede dünya şampiyonu olan Caster Semenya’nın genel kanı haline getirilen kadın bedeni tasvirinin dışında görülen fiziksel yapısı üzerine başarılı sporcu cinsiyet testine maruz bırakılmıştır. Burada Semenya’nın görünüşünün, onun bu rekoru “kolayca” kırmış olması yorumuyla birleşmesi sonucu hedef haline gelmesi dikkati çekmektedir.
Semenya örneği, Uluslararası Olimpiyat Komitesi ve Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği’nin, kadın sporcuların testosteron seviyesinin belirlenen seviyeden yüksek olmasını ifade eden “hiperadrojenizm politikası” geliştirmelerinde etkili bir vaka olarak kabul edilmektedir. Buna göre kadın atletlerin testosteron seviyesinin üst eşiği 10 nmol/L olarak belirlenmiştir.
Benzer şekilde sprinter kadın atlet Dutee Chand 2014 Commonwealth Oyunları’ndan hiperandrojenizm teşhisi konularak menedilmişti. Yarışmalara devam edebilmesi için hormon tedavisi veya ameliyat olma şartı sunulan sporcu bunları reddederek Spor Tahkim Mahkemesi’ne başvurmuştur. Nitekim “tedavi”nin ciddi yan etkileri olduğu belirtilmektedir. 2015 yılında Spor Tahkim Mahkemesi’nin kararı Chand’ın lehine sonuçlanmıştır. Karara göre testosteron seviyesi doğal olarak yüksek olan kadın sporcuların tüm uluslararası müsabakalarda yer alma hakkı vardı. Mahkeme Semenya’nın itirazını ise adil rekabetin sağlanması gerektiğini öne sürerek reddetmişti. Spor Tahkim Mahkemesi kararı genel olarak hiperandrojen tespitinin ve hiperandrojen olduğu tespit edilen kadın sporcuların testosteron seviyelerinin düşürülmesi ön koşulunun bir ayrımcılık olduğunu kabul etmekle beraber bu ayrımcılığın gerekli ve oranlı olduğunu ifade etmekteydi.
Halter sporcusu Laurel Hubbard , testosteron seviyesinin belirlenen sınırın altında kalması sayesinde 2022 Tokyo Olimpiyatları’nda kadın kategorisinde yarışmaya hak kazanan ilk trans sporcu olmuştur. Bu durum ise bazı kadın halter sporcuları tarafından eşitsizliğe sebep olacağı yönünde eleştirilmiştir. Trans sporcuların hormon tedavisi ardından olimpik sporcu olabilmesi için UOK tarafından bir yıl bekleme süresi konulmuştur. Fakat bu tartışma çerçevesinde, tedaviden bir yıl sonra bile trans kadın sporcuların sporda fiziksel güç ve hız olarak daha avantajlı olduğu çıkarımları doğrultusunda bu sürenin iki yıla çıkarılması gerekliliği gündemdedir.
Androjen oranının kadınlar ve erkekler için sahip olunması gereken bir sınırın bilimsel bir referansının olmaması ve dahası bu testin yalnızca kadın sporculara yönelik gerçekleştirilmesi daha önceki dönemlerdeki fiziksel muayene veya kromozom testi ile yarışlarda erkeklerin kadın kılığına girerek haksız başarı elde etmesinin engellenmesi amacının ötesinde bir uygulama olduğunu göstermektedir. Sporda toplumsal cinsiyet itibarıyla kadının konumunun ve kadınlardan beklenen performansın ikincilliği anlayışı bu uygulamaların arkasında yatmaktadır.
Ayrıca yüksek androjen seviyesinin sporda her zaman yüksek performans sağlamayacağı, birçok başarılı erkek sporcunun androjen seviyesinin yaklaşık olarak kadınlar için belirtilen aralıkta olduğu bilinmektedir. Bu sebeple sporda kadınlara yönelik hormon testinin de bilimsel bir dayanağı olmaksızın, kromozom testi kadar belirsiz olduğunu söylemek mümkündür.
Başarılı kadın sporcuların androjen seviyesinin yüksekliğinden şüphelenilerek onların bir teste tabi tutulması, bunun üzerine edinilen başarının ellerinden alınması ve hatta yarışlardan menedilmesi, asıl olan sportif başarının erkeklerle özdeşleştirildiğini; kadınların gösterdiği üst düzey sportif performansların ise onların yeteneği, yatkınlığı ve emeği olarak görülmeyip ilk akla gelenin “erkeklik hormonu”nun fazla olduğu düşüncesi, biyolojik cinsiyetin toplumsal cinsiyet normu olarak spor alanındaki erkek egemen yapı içerisinde nasıl yer edindiğini ve yeniden üretildiğini açıkça göstermektedir.
Kaynakça: [1], [2], [3], [4], [5], [6], [7], [8], [9],
[10]: Canan Koca, Nefise Bulgu: “Spor ve Toplumsal Cinsiyet: Genel Bir Bakış”, Toplum ve Bilim, Spor: Oyun Değil Ciddi İş, 2005, Sayı:103, s.163-184
[11]: İrem Kavasoğlu, Mustafa Yaşar: “Toplumsal Cinsiyet Normlarının Dışındaki Sporcular”, Hacettepe Spor Bilimleri Dergisi, 2016, 27(3), s.118-132
[12]: Mustafa Şahin Karaçam, Pınar Öztürk: “Cinsiyet Testinin Niyeti”, Amargi Feminist Dergi, 2012, Sayı 26, s. 1-5
[13]: Özlem Ak: “Olimpiyatlar’da Testosteron Belirsizliği”, Tübitak Bilim ve Teknik Dergisi, Ağustos 2016, s. 36-37